''Bütün amacı mal toplamak, yemek içmek, cinsel isteklerini doyurmak, içindeki kin ve nefreti başkalarını ezerek yatıştırmak, mevki ve makam isteğinde bulunmak, öğretinin buyurduğu yükümlülükleri insanları aldatmak için yerine getirmek gibi aşağılık ve değersiz şeylerden öte gitmeyen insandan daha çok ziyanda olan kimse düşünülebilir mi?''
Kültürel etkileşimin bu kadar yoğun yaşanmasına rağmen, teolojik ve siyasi tehdit algısı, Ortaçag Avrupa sı'nın İslâm tasavvurunu pek çok açıdan belirlemiş, bu süreç günümüze kadar uzanmıştır.
Rönesans la beraber belirginleşen bir tavrın ilk nüvelerini bu döneme geri götürmek mümkündür.
Avrupalılar bir din olarak İslam'ı, bir kültür ve medeniyet olarak İslâm'dan kesin olarak ayırmış; birincisine şiddetle karşı çıkarken ikincisine hayranlıkla bakmış ve ondan etkilenmiştir.
Bu ayırım yer yer o kadar keskin bir nitelik kazanmıştır ki İslâm hakkında bölük pörçük bilgiye sahip olan Avrupalılar, İslâm kültür ve medeniyetinin başarılarının İslâm dinine rağmen gerçekleştirildiğine inanmıştır.
İslâm filozoflarının etkisine kayıtsız kalamayan Roger Bacon (1214-1294) gibi skolastik düşünürler, Fârâbî ve İbn Sînâ'nın Aslında Hristiyan olduğunu, gizlice vaftiz olduklarını ve sadece Müslümanların şiddetinden emin olmak için kendilerini zâhirde müslüman olarak gösterdiklerini söyleyecektir.
Zira Bacon'a göre, Fârâbî ve İbn Sînâ gibi birinci sınıf filozofların, İslâm gibi sapık ve irrasyonel bir dine mensup olması düşünülemezdi.
İslâm dini ile İslâm kültürü arasındaki bu zıtlık ilişkisi, Ortaçağ'dan günümüze kadar Batılı İslâm algısını belirlemeye devam edecektir.
Böylece İslâm'ın teolojik, siyasî ve kültürel bir tehdit olarak algılanmasının temelleri, iki medeniyetin ilişkiye geçtiği VIII ve IX. yüzyıllarda atılmıştır. Bu yüzyıllar aynı zamanda İslâm ve Bizans toplumlarının sanıldığından daha fazla alışveriş halinde olduğu bir dönemdir.
İmam Şâfiî Kur'ân-ı Kerim'i yedi yaşında hıfzetmiş, el-Muvatta isimli hadis kitabını on bir yaşlarında ezberlemişti. Yine ünlü bir âlim olan İbn Sinâ on yaşına geldiğinde Kur'an ve edebiyat ilimlerinde önemli mesafeler katetmiş, cebir vb. ilimlerde pek çok şeyleri ezberlemişti.
İbn-i Sina, evrende tesadüfe de yer olmadığının net olarak altını çizer. İbn-i Sina'dan 9 yüzyıl sonra, yine bir başka dahi, Albert Einstein da ''Tanrı zar atmaz..'' diyerek aynı noktaya parmak basar.
İlmî tıbbı iki alıntıyla topluyorum: “Sözün güzelliği kısaldığındandır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa, hazımdadır. Yani kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, yemeği yemek üstüne yemektir.”
İbn-i Sina
... kalpten geçmesi mümkün olmayan, kalbin bulunduğu dünyanın dışında ve bu dünyada bulunanların eşi ve benzeri olmadığı şeyleri tanımlamak nasıl mümkün olabilir?
İslâm alimlerinden El Biruni (973-1048) ki o Hindistan ve Çin ilaçlarının erken dönem kökenleri üzerinde bilimsel araştırmalar yapmıştır. Çörekotu üzerinde de araştırmalar sürdürmüştür. Aynı şekilde Doğu ve Batıda “hastalıkların kanunu" olarak anılan İbn-i Sina (980-1037) da bedeni yorgunluk ve keyifsizliğe karşı çörekotu desteği üzerinde durmuştur. Tıbb-ı Nebevî listesinde de çörekotu yer almaktadır.
Müthiş bir kitaptı. Öncelikle İbn Sina’nın Hay bin Yakzan’ından, sonra İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzan’ından bilgiler verilmiş; daha sonra da eserlerin kendisi sunulmuş. İbn Tufeyl’in anlatısını bir baş ucu kitabı niteliğinde değerlendirebiliriz. Kendisinden sonraki birçok yazarı ve düşünürü etkileyen bir eser olmuş.
Hay’ın üç amaç yönünde kendisini zorunlu kıldığı mantığı ile bu baş ucu kitabını değerlendirebiliriz.
1- Hayvanlara benzerliğin gerektirdiği eylemler,
2- Gök cisimlerine benzerliğin gerektirdiği eylemler,
3- Zorunlu Varlık’a benzerliğin gerektirdiği eylemler.
Bizler de Hay gibi hayatımızı bu üç eylemler üzerinden yaşamalı ve üçüncü kategorideki eylemlerimizi kalıcı ve önemli kılmalıyız. İyi okumalar
Hay bin Yakzanİbn-i Sina · Yapı Kredi Yayınları · 20214,662 okunma
Hay, aydınlatmaya çalıştığı insanlardan umut kestikten sonra bütün toplumu gözden geçirdi. Her sınıftan insanın kendi bilgisi ile yetindiğini, dünyevi istek ve eğilimlerini, bencil isteklerini tanrı edindiklerini gördü.
Absal, yalnızlığı, toplumdan soyutlanmayı seçti. Düşünmek, araştırmak, ders alınacak şeyler üzerinde durmak, anlamların derinliklerine dalmak onun doğal eğilimleriydi çünkü. Bu eğilimleri de ancak yalnızlıkta gerçekleştirebiliyordu.
Salaman ise toplumsal hayatı seçti. Salaman’ın doğasına da bu uygun düşüyordu. Düşünmekten kaçınıyor, dış anlamların yorumlanmasından kaygı duyuyordu. Toplum onun için bir sığınaktı. Kuşkularını, kuruntularını giderecek, şeytanın aldatmacalarından onu koruyacak bir sığınak.