Çok, çok uzun zaman önceydi. Yalnızlığımı bir zırh gibi kuşanıp okyanuslara açıldım. Vardığım bu son durakta anlıyorum ki bir çember üzerinde dönüp duruyormuşum. Paslı kalkanlarımın ağırlığı altında iki büklüm, ucu küt kılıçlarla donanmış. Asla odak noktasına yaklaşamadan, her defasında sadece yörünge değiştirerek... Beni serüvenden serüvene sürükleyen, ne tutkuymuş ne de cesaret. Belki kapma isteği, ama geçmişimden değil, geçmişimle birlikte kaçıyormuşum.
"Böylece, dünyaya saçılmış olan ve kaderin iki büklüm ettiği bahtsızlar tarafından toplanan bütün dinî düşünceler zihnini ferahlatmaya geldi; annesinin öğrettiği duaları hatırladığında, onların daha önce hiç fark etmediği anlamlarla yüklü olduğunu anladı çünkü dua mutlu insana anlam açısından içi boş ve tekdüze bir bütünlük olarak görünür, ta ki bir gün keder o bahtsıza, Tanrı'yla konuşmasına aracılık eden bu ulvi dili açıklayana kadar."
Oysa günün birinde yalnızlık yoracak seni, günün birinde gururun iki büklüm olacak ve cesaretin kırılacak. "Yalnızım!" diye haykıracaksın günün birinde.
Avluda Şems’i öldürüp kuyuya atalı beş sene geçti. Hala duymadım etinin suya düştüğünde çıkardığı sesi. Çıt bile çıkmadı kuyudan. Sanki suya düşeceğine, arşa yükseldi dervişin bedeni. O öldü öleli kabussuz bir gecem geçmedi. Ve hala ne vakit bir su birikintisine bakmaya kalksam, soğuk bir dehşet bürüyor tüm vücudumu; ellerim titremeye başlıyor ve midem bulanıyor.
Ne zaman o geceyi hatırlasam iki büklüm olup kusuyorum. Sanki içimde biriken ne varsa çıkarmak istiyorum. Çıkarmak ve kurtulmak… Bir deri bir kemik kaldı kollarım, bacaklarım.
Ne tuhaf! O öldü ama hala yaşıyor. Bense her gün yeniden ölmekteyim.