Şimdi ise ömür boyu kaçınmaya çalıştığı bir duygunun pençesindeydi: nefret.
Nefret. Öylesine fiziksel ki, neredeyse duvarlar, piyanolar, hemşireler kadar somut; gövdesinden taşan yıkıcı enerji elle tutulabilir gibiydi. Bu duyguyu bastırmaya çalışmadı, iyi ya da kötü olmasına aldırmıyordu, durmadan kendini kontrol etmekten, maskelerden, uygun davranışlardan bıkmış usanmıştı. Önünde kalan iki-üç günlük ömrünü elinden geldiğince uygunsuz davranarak geçirmek istiyordu.
Yaşlı bir adama tokat atmakla başlamıştı, bir hemşirenin önünde gözyaşlarına boğulmuş, yalnız olmak istediğinde nezaket gösterip birtakım insanlarla çene çalmayı reddetmişti; şimdi ise nefret duyacak kadar özgür hissediyordu kendini, ama eline geçeni kırıp dökerek, ortalığı altüst ederek sayılı günlerini uyuşturucu altında yatakta geçirmeyi göze almayacak kadar da zekiydi.
O anda her şeyden nefret ediyordu: kendisinden, dünyadan, önündeki sandalyeden, koridordaki bozuk radyatörden, kusursuz insanlardan, canilerden. Bir akıl hastanesindeydi, insanların genellikle kendilerinden sakladıkları duyguları bastırmamakta özgürdü. Nedense hepimiz yalnızca sevmek, kabullenmek, işlerin kolayını bulmak, çatışmadan kaçınmak üzere yetiştiriliriz. Veronika her şeyden nefret ediyordu ya, en çok da yaşamını sürdürmüş olduğu biçimden, içinde barındırdığı yüzlerce Veronika'yı keşfetmeye zahmet etmeyişinden tiksiniyordu. Oysa orada kim bilir ne ilginç, ne meraklı, ne cesur, ne küstah, ne deli kızlar duruyordu.