"Bahar gitti, onlar gitti ve benim ruhumu onların peşinden sürüklendi. Bu yüzden her şarkıda biraz Bahar, biraz annem, biraz da Âşık ve Narin vardı. Aşk, özlem ve... ilacı olmayan her duygu. Henüz antidepresan kucağına boylu boyunca uzanmış değildim. Akıl sağlığımı koruyabiliyordum. Ama duygularım üstü açık yaralar misali enfeksiyon kapacak diye korkuyordum. Böyle böyle bunca zaman geçti ve kabuk bağlamayan biri yarayla yaşamaya alıştım. Öyle ki o yara benim her şeyim oldu. Sabah günaydın diyerek uyandım, gece ellerimi üzerinde gezdirdim, ilk baktığım,bson gördüğüm."
İnanna/İştar'ın hikayesi aslında bir "kendi kendini tanrıça yapma" hikayesidir. Eski Tanrılardan yani On İkinci Geze gen' den gelen ilk astronotlardan biri ya da en azından onlardan birinin ilk doğan kızı olmamasına rağmen; yine de en üst rütbe ye yükselmeyi başarmış ve sonunda On İkiler Panteonundaki tanrılardan biri olmuştur. Bu noktaya gelebilmek için İnanna kurnazlığını ve güzelliğini acımasızlıkla birleştirmişti; o, hem savaş tanrıçası hem de aşıkları arasında tanrılar kadar insanlara da yer veren aşk tanrıçasıdır. Ve gerçek bir ölüm ve yeniden dirilme olayının tam merkezinde yer almıştır.
Aşk bir mezeydi, küçük bir tabak havyar ya da balmumundan bir günçiçeği; içindeki vantriloğun havyardan ya da günçiçeklerinden bahsettiğini duyabilirdin, fakat gerçek insan her zaman ya sansardı ya da beyaz tavşan. Evelyn lahana bahçesinde hep bacakları açık yatıyor ve ilk gelene parlak, yeşil bir yaprak sunuyordu. Ne var ki yaprağı kemirmek için bir hamle yaptığında lahana bahçesi kahkahayla patlıyordu; ne İsa’nın ne de Immanuel Ödlek Kant’ın tahayyül edebileceği türde parlak, çiyli, vajinal bir kahkaha; çünkü tahmin edebilselerdi dünya bugün bu halde olmazdı, ayrıca ne Kant olurdu ne de Yüce İsa.
Günün sonunda, kendinle baş başa kalmaktan kaçamıyordun. Öyle günlerden biriydi. Ne zaman bir gün, gerçek anlamda güzel ya da gerçek anlamda "bir gün" gibi geçse, aklıma onun mavi gözleri gelir, vicdanımla baş başa kalırdım.
Böyle zamanlarda hissettiklerimden ya da vicdanımdan kaçmamayı öğrenmiştim. Herkesin dünyada bir kez birine karşı,
"Ah, Ölüm, bütün ziyafetlerde insanı doyuran hayalet! Ölüm üzerine ne çok düşündük, Monos! İnsanların mutluluğunu yoklayan gizemli bir perdeydi, insanlara 'Buraya kadar, dahası yok!' derdi. Monos'um, göğsümüzde yanan aşk ateşini ilk hissettiğimizde nafe sevinmiş, mutluluğumuzun aşkımızın gücüyle daha da güçleneceğini zannetmiştik! Ama maalesef aşkımız büyüdükçe bizi ilelebet ayıracak olan o aceleci, kötücül anın dehşeti de büyüdü! Bundandır zaman içinde sevginin acı vermeye başlaması. Birbirimizden nefret etseydik belki ölüm de bize merhamet duyardı."
Bu dünyaya, insanlar henüz kelimelerle konuşmayı öğrenmeden önce gelen aşk, ilk gençliğinde, daha sonra asla unutmayacağı yollar ve yöntemler öğrenmişti.