Geçerli olan temel ilke şu: 'Eylem, varoluşu, kişiyi yansıtır.' O nedenle bir toplum, eğitimi bilgi yükleme, bilgi aktarma düzeneği olarak görüyorsa, o toplumdaki eğitilmişler, doğruyu bilir ama yapmaz.
İnsan, cisimler dünyasındaki diğer bütün mevcutlardan farklı bir özelliğe sahiptir: Bedeniyle dünya içinde var olması bakımından cisimlerin özelliklerini taşırken ruhuyla (nefs) bu dünyanın dışında olması bakımından akılların özellikleriyle donanma kabiliyetine sahiptir. Dolayısıyla insan, akıllardan bu dünyadaki nesnelere kadar inen varlık anlamını tekrar yukarı çıkarma (uruc) imkanına sahiptir. Bu, varoluş sürecinde insana bahşedilen bir lütuftur ve bu lütfu ihmal ettiği ölçüde hayvanlara yaklaşarak hayvanlaşırken, değerlendirdiği ölçüde Tanrı'ya yaklaşarak ilahileşir. Felsefe geleneğinin ahlak ve siyaset düşüncesi tamamıyla bu ilke üzerine kurulur.
Tanrı'yı varlık veren bir ilke olarak kabul etmeyen herhangi bir alem açıklaması, felsefe geleneğine göre yanlıştır. Modern bilimin, klasik dünyadaki hakikati bilim geleneğinden en önemli kopuşlarından biri budur.
Var olanların var olması, varlığı kendinden bir ilke gerektirir. Başka bir ifadeyle var olmanın yok olmayı önce lemesi gerekir. Filozofların terminolojisinde Tanrı'ya özdeş olan bu ilk mevcut, varlığını başkasından alamayacağına göre bütün bakımlardan tam ve yetkin olmalıdır. Tam ve yetkin olan ise herhangi bir fiil yapmak için hazırlanmayı, yetkin leşmeyi ve şartların oluşmasını beklemez. Onun var olması aynı zamanda eylemesi demektir.
Dolayısıyla o, eylemlerini zorunlu olarak yapacağından ilk sebeptir ve bütün sonraki sebepler, var oluş sırasına ve bulunduğu mertebeye bağlı olarak bir sebepler zinciri oluşturur.
1920'ler kuantum fiziğinde kayda değer gelişmelerin yaşandığı bir on yıldı: Dalga-parçacık ikiliği keşfedilmiş, Einstein'ın görelilik teorisi deneysel olarak doğrulanmış, belirsizlik ilkesi kanıtlanmış ve Newton'un sabit mekanik evreni kesin olarak yıkılmıştı. Whitehead'in görüşü, bu son keşiflere yanıt olarak, enerjinin gerçekliğin altında yatan ilke olduğu, sürekli olarak oluştuğu ve yeniden biçimlendiği yönündeydi; dahası bunun özellikle dikkat çeken iki sonucu vardı. Birincisi, bu sürecin, akışın, oluşun -adına ne derseniz deyin- aslında mevcut olan tek ilahi varlık olduğu, Tanrı' nın aslında dünyayı harekete geçirdiği; onun, her şeyi fiiliyata dönüştüren akışın kendisi olduğu, ancak sürecin aldığı biçimi doğrudan yönetmediği -enerjinin çeşitli biçimlerini aldığı süreçlerde özgürlüğün mevcut olduğudur. İkincisi, geleneksel dinlerin temel kaygısının, daha önce olanları anlamlandırmak ve ileride olacakları öngörmek amacıyla, süreç akışında bir
düzen bulmak olduğudur.