Ritter'e göre varoluşçuluk, "köklerinden kopmuş (...), temelini yitirmiş, geçmişe, tarihe güvenini kaybetmiş (...), toplumda yabancılaşmış (...), mutsuz, huzursuz insan varlığını dile getiren" bir felsefedir. Bu felsefe daha çok, "toplum içinde yaşayan bireyin tehdit altında olduğu (...), günümüzle gelenek arasındaki bağlantının koptuğu (...), insanın manasız bir varlık haline geldiği, kendi kendini yitirmek tehlikesinin baş gösterdiği yerde" ortaya çıkar. Özellikle savaş ve bunalım ertesi yılları bu çıkışın keskinleştiği, göze battığı dönemlerdir.
Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım sadece politik ve askeri değildi. Bireylerin iç dünyasında da bir tahribattı yarattı bu savaş. Çaresizlik ve bunalım içine düştü birey. Bu kimlik bunalımı felsefe ve edebiyatın da konusu hâline geldi. “Varoluşçuluk” felsefesi doğdu. Varoluşçuluk deyince akla gelen en önemli isim şüphesiz
İnsan kendini bulmalı, özünü elde etmeli ve şuna da inanmalıdır: Hiçbir şey, "Tanrının varlığını gösteren en değerli kanıt dahi", kişioğlunu kendinden, benliğinden kurtaramaz.
Varoluşçuluk, Tanrının yokluğunu ispata uğraşmaz. Böylesi bir çabayla kendini yormaz. O şuna bakar daha çok : Tanrı var olsaydı, yine de bir şey değişmeyecekti.