(…) kökleri gereği yerleşip kalmasına izin verilmiş, dahası yerleşmeye zorlanmış biri; aynı zamanda da, daha yüce bir kader gereği, yurdundan ne kopabilmiş ne de orada kalabilmiş biri; bu kader, onu ötelere, toplumun dışına sürüklemiş, kalabalıklar içerisinde düşünülebilecek en çıplak, en kötü, en vahşi yalnızlığın içine atmış ; onu kökeninin yalınlığından koparmış, uçsuz bucaksızlığa, gi ttikçe büyüyen bir çeşitliliğe doğru kovalamış ; böylece büyüyen, sınırsızlığa açılan, sadece gerçek hayat ile arasındaki uzaklık olmuştu; evet, gerçekten de yalnızca bu uzaklıktı büyüyen: Vergilius, hep kendi tarlalarının sınırlarında gezinmiş, her zaman kendi hayatı nın sınırboylarında kalmış ; huzur nedir bilmeyen bir insan; ölümden kaçarken ölümü arayan, eser vermek isterken eserden kaçan biri; bir âşık, ama yine de hep kovalanmaya yargılı, gerek iç gerekse dış dünyanın tutkuları arasında yolunu kaybetmiş, kendi haya tına sadece konuk olabilmiş biri.
Gâyesi bilinmez mukadderâtın
Ölümdür en büyük sırrı hayatın
Düşün yaşamaktan maksadın nedir ?
Bu âlem bir geniş açık sahnedir
Herkesi dünyaya kader sevk eder
Her gelen rolünü oynayıp gider
Öfke kadar insanı aptallaştıran ve sadece kendini güçlendirmenin peşinde koşan başka bir şey daha yoktur. Başarılı olduğunda ondan daha küstahı, başarısı engellendiğinde de ondan daha delisi yoktur. Ama yenildiğinde bile bir an olsun yorulmak nedir bilmediğinden, kader rakiplerini ortadan kaldırdığında dişlerini kendine geçirir.
Her sabah Süleyman Mescid-i Aksâ'ya gelir, tam bir ihlâsla Allah'a ibadet ederdi. Her gün, mescitte yeni bir otun bittiğini görür, adın nedir, ne biçim ilâçsın, kime ziyansın, faydan kime? diye sorardı.
Her ot, adını, tesirini söyler: " Şuna can'ım, öbürüne zehir... Buna zehirim, ona şeker... Adım, kader levhasında şudur. " diye dile gelirdi. Doktorlar Süleyman'dan o otu öğrenirler, bilgi sahibi olurlar, ona uyarlardı. Bu suretle doktorluk kitapları düzdüler. Bedenleri hastalıklardan kurtardılar.