Bu süre içerisinde fark ettiği tek bir şey vardı ; yalnızlığı sever olmuştu. İnsanların dünyalarından uzaklaştıkça sıkıntılarının biraz olsun azaldığını, içinde esen fırtınaların biraz olsun sakinleştiğini fark etmişti.
Toplum nasılsa devlet adamları da her zaman öyledirler. İşte bu yüzden şu söz söylene gelmiştir. “ Her ulus hak ettiği hükümete ve hak ettiği yöneticilere sahiptir.”
Çünkü insan hiçbir umut beslemediği zaman
durumu kabullenebiliyor ama kapkara bulutlar arasından iğne ucu kadar kendini gösteren bir güneş ışını belirince bütün dünyası o ışığa bağlı oluyor.
Her ölümlü varlık bir başka ölümlü varlık tarafından kuşatılamaz .
Bu koridorda girişilen tanrılaştırmanın sonu hüsrandır.
Ölümsüz aşk isteklerinin altında can çekişir ölümlü bedenler.
Gümüşten hayal, gerçekle oksitlenip kararır er geç.
Ölümlü bedenler, ölümsüz ask isteklerini taşıyamaz aynalar koridorunda. Ölümlü bir tanrı, kral tahtındaki soytarıdır ancak.
Bu koridordaki herkesin bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçları vardır. “Ama insanın ihtiyaclarını, kendisi de ihtiyaç sahibi başka bir insan karşılayamıyordur.”
En iyisi düşünmemekti. Kaçmaktı. Kendi içime kaçmak. Fakat bir içim var mıydı? Hatta ben var mıydım? Ben dediğim şey, bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi.
Şu hakikati kendi hayatım bana öğretti: İnsanoğlu insanoğlunun cehennemidir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz.
Geçmişte ne olduysa gelecekte de o olur, güneşin altında hiçbir şey yeni değildir. 'İşte bu yeni!' diyebileceğimiz bir şey var mıdır ? Hayır, zaten bizden önceki yüzyıllarda var olmuştur. Eskiler hatırlanmaz , ancak sonrakiler de hatırlanmayacak.