İnsan birçok şeye alışabiliyordu. Sol eliyle yazmaya, gözleri kapalı enstrüman çalmaya, fizik formüllerine bakmadan soruyu çözmeye... Ama bir şeye alışamıyordu. Bu 'yalnız' denilen yansızlık durumunun ta kendisiydi. Yalnızlığa alışamıyordu insan. Yalnız insanlar bazen 'ben böyle iyiyim' veya 'bunu ben seçtim' gibi şeyler söylüyorlardı. Külliyen yalandı bu. Kimse bu kalabalık içinde yalnız kalmayı yakıştırmazdı kendine. Bir insan bile olsa isterdi. Biri beni düşünsün, gece yatarken üstümü örtsün, eve gittim mi diye merak etsin isterdi. Ve insan neye sahip değilse onu taşlamaya meyilliydi. Sahip olamıyorsak ihtiyacımız olmadığına inandırırdık kendimizi. Elde edemeyince çamur atmak insanlığın şanından değil mi?
"...bence her şeyin bir yaşı olmalı."
"Neden?"
"Yoksa hiçbir şeyin değerini bilemezsin."
Geç kalmanın zamanla bir ilişkisi var. Her şeyin bir zamanı olursa geç kalmışlığın acısı hiç geçmez ki.
Arnavut kaldırımında takırdayan bavulumun tekerleklerinin sesi eşliğinde yürürken kartpostallık bir görüntü vardı adeta.
Ve ben bu görüntüde yalnızdım.
Yalnız...
Yansız der gibi. Yanında kimse yok gibi. Benim gibi...
"Sende tuhaf bir şey var, sende bana benzeyen bir şey var."
"Neyimiz benziyor ki?" diye sordum merakla.
"İçinde depremler oluyor. Ama gıkını çıkarmıyorsun."
"Aslında... Bir yangın var," diye mırıldandım sessizce.
"Sönmüyor."