Kaybetmek yüklemini böyle öğrenmemiştik oysa. Oyuncak kaybederdik, oyunda kaybederdik, masumdu kaybetmek. Bir şey kaybedince birkaç gün üzülür, arkasından ağlardık, sonra unuturduk. Uyuyunca geçeceğine inandırmışlardı bizi, uyurduk, geçerdi. Oysa bir insanı kaybetmenin nasıl bir şey olduğunu hiç tecrübe etmemiştik. Hayatından birileri gidenler yaşları kaç olursa olsun büyürler, biz de büyüdük. Bedenim otuz olmadan ruhum altmışları devirdi. Keşke yine çocuk olsaydık da kaybettiğimiz bir oyuncaktan, bir oyundan ibaret olsaydı... Şimdi umudumuz, inancımız, güvenimiz kayıp... Kalbimiz, çocukluğumuz, geleceğimiz kayıp...
Belki de insan dünyaya yalnızca çocuk olmak için geliyordur ve çocukluğundan uzaklaştığı çağlarda da o kayıp cenneti yeniden yaşamak, o büyülü rüyayı yeniden görmek için yapıyordur ne yapıyorsa!
Vicdan bir çağrıdır ve bu çağrı, Heidegger'in ifa desiyle, "benim içimden ama kendimden öte den" gelir. Gazze uzun zamandır bizi vicdana çağırıyor, içimizi allak bullak eden bir barbarlık karşısında yumruklarımızı sıkıyor, dilimizde öfke sözcük biriktiriyoruz. Ne çare ki sözlerimiz de öfkemiz barbarı durdurmaya yetmiyor. Barbar, paramparça ettiği çocuk gövdelerinin üzerinden üstünlüğünün ve efendiliğinin tescil edilmesini istiyor. "İnsanları topraksız bıraktı, şimdi toprağı insansız bırakmak istiyor."