vakti zamanı gelince cocuğuma kısa vadede de küçük yeğenime yaz akşamlarında uyurken okumak için aldım ama galiba gece uyurken kendime de tekrar tekrar okuyacağım. zira 12 hikayeden oluşması bir miktar üzücü. İnsan istiyor ki 112 hikayeden oluşsun. Hikayelerden bahsetmeyeceğim ama dikkatimi çeken husus hikayelerin bir çoğunda verilen mücadeleler de kadınlarımız erkeklerin arkasında değil yanında hatta omuz omuza. Bu beni fazlasıyla mutlu etti.
Şeytan gördüğümü düşünürken
gördüm ki en büyük düşman benmişim kendime
ayyaşlar yerle bir ederken şehri
yine de en çok ben
açmışım kendime
tükendim uyanık kalmak için
dönüştüm baştan ayağa
tuz bastım yarama
çalkalandı her bir zerrem
kanım dondu
diri diri gõmmek istedim kendimi
ama geri çekildi toprak
sen çoktan çürümüşsün dedi
bana yapacak iş bırakmamışsın.
Kalkmalıyım diyorum kendime. Bakmalıyım, görmeliyim evde olup bitenleri. Hakimi benim bu toprağın! Söylenen her lafı duymalıyım. İşte böyle psikolojik bir halden kaynaklanıyor devletin, insanlarını dosyalama sistemine başvurması, diye düşünüyorum. Devletten habersiz hiçbir iş yapılmamalı! Onun anlayamayacağı kelimeler çıkmamalı yurttaşların ağzından. Devlet beş yaşında bir çocuk gibi. Onun seviyesinde konuşulmazsa, büyükler gezmeye giderken yanlarına alınmazsa ağlamaya, kırıp dökmeye başlıyor. Dünyanın bütün devletleri böyle. Yataklarından kalkamayan hastalar gibi. Kaprisli yaşlılar gibi! Her şeyi bilmek istiyorlar. Yurttaşlarının nasıl seviştiğini, evde en çok kimin küfür ettiğini. Her şeyi! Herhangi bir yurttaş isyanının hayat bulduğu gün, yüzlerine vurabilecek güçte oluyorlar, pisliklerini herkesin. “Sen annenin ölmesini istiyordun! Sus! Sense otobüste yaşlara yer vermiyorsun! Sen de sus! Arkadaki şişko! Sen daha dün küçük kardeşinin ekmeğini çalarken nasıl olur da bugün bana, devlete karşı gelirsin?” Diyerek susturmak için bilmek istiyorlar her şeyi. Her insanın bir utancı vardır. Devletin görevi, kullanma günü gelene kadar bu utançları toplayıp saklamaktır. Toplumsal sözleşme diye bir saçmalık hiçbir zaman var olmamıştır. Kimse kendi çıkarları için birilerine devlet olma yetkisini vermemiştir. Benciller ve korkaklar dünyasında çıkar, kişisel dolandırıcılık yeteneği ile elde edilir. Ve insanların birbirlerine attıkları kazıkların yanında, devletin onlara attığı fazlasıyla hafif kalır…
bu bağdan yine de şikâyetçi değilim. bir tarafım senden kopuk ve güvendeyken öbür tarafım sana düğüm dügüm bağlı, yerden yere çalınıyor ve mahvoluyorken. değilim. çünkü bu ne biliyor musun, içinde yine de yalnız olmadığını bilmenin sevinci. orada benden başka biri daha var, bunu bilmenin. yalan yanlış, çarpık çurpuk, olmaması gereken bile olsa bi bağ kurabilmiş olmanın o tuhaf, hastalıklı sevinci.
kafamın içinde hep zikzaklar, çemberler, labirentler çizip duruyorum. hiçbirinin içinden çıkıp da bir kapı çizerek ondan içeri girip kapıyı üstüme örtüp güvende ve iyi hissedemiyorum. yapamıyorum. bu hep böyleydi, her şeyin sırtıma yüklediklerinin altında ezilmenin bedeli. ama bu bir bahane değil, tembelliğime, zayıflığıma bir özür değil. kendime gösterdiğim tüm o anlayış ve merhametin içinde gerçeklik gözlüğünü bir kenara fırlatıp atamıyorum. hayır, atmıyorum. atmamalıyım.
ne istedin bunca zaman? yaşamak mı, sevmek mi? yaşarken sevmek. severken yaşamak. çünkü senin için hep ikisi birdi. dokunmak, görmek, yürümek. bu çukurdan çıktığımda bile yalnız etrafında dolaşmaya devam etmemek. kendime bi başka çukur seçebilme özgürlüğü. oraya çiçek ekmek yahut orada boğulmak. ama sonra içinden çıkabilmek, uzaklaşabilmek.
verilmedi sana hiçbiri, hiçbir şey. yalnız istemek verildi sana, çok istemek, isterken ağrımak, parçalanmak. sonra istemenin de çürümesi. sana yalnız ağrının, yalnız parçalanmanın kalması. verilmedi evet, sen de almadın. ne iyi. aferin. bir daha, en başa ve en sona. yaşamın ölü cenini
ben ne olduğumu bilmiyorum. ne olacağımı bilmiyorum. kendimi ve her şeyi göğsümde ve karnımda kıpırdanan bir şey olarak hissediyorum. bir çizgi ve içerisinde ya da ardındayım, hepsi bu, bunun çırpınışı. ama çizgisiz ve kalem elimde, göğsüme göğsüme batmakta. bazen insan felaketini incelikle anlatışına hayran olur, aydınlığını yaşayaşının güzelliğiyle övünmek olmayınca. acın kimliğin olunca. kendime bakarken çok acı çekiyorum. sana bakarken. dünyaya, hayata bakarken. dünyanın dağları, engebeleri beni kendilerinin arasında öyle bi sıkıştırmış ki, saydam hale gelmişim, incecikliğim bundan belki. kendimden bakarken ötemi görmek ama kıpırdayamamak bundan. bazen ne dediğimi bilmiyorum, genel olarak ne yaptığımı da. kendimi bir cenaze gibi taşıyorum omuzlarımda. güneşi yüzüne makyaj yapıp sürdüğüm küçük kız çocuğu. herkese saldırma tutkusu. herkesi anlama belası. kendini tutup da balkondan aşağı fırlatamama kahrı. hiçbir şeye yetmeyen daracık tahammül. küçülüp küçülüp sende dağılmak, sen ki hiçbir şey ben ki mavi poşete sığmış boşluk. ellerimde bir silah olsa kör karanlığa doğrulturdum, onun içindeki o hasta cenine. sakinleştiğim o anlar uğruna kaçıyor ve kaçıyorum. bak avucumda bir zehir taşıyorum, her sabah buz gibi suyla onu yüzüme çarpıyorum. avuntusuzum, avuntusuz. görmüyorum, duymuyorum ve o karın altında durmuş sokak lambasını izliyorum. nereye doğru bağırabilirsem oraya doğru, bana bunu neden yaptınız. kim var orada, sessizlik. içi benle dolu bir bardak boğazıma dayanmakta. ben burdan uzağa ve burdan derine dadanmakta
Kağıt toplarken, bunu bir iş gibi değil, bir ders gibi yapardım. Okulda göremediğim ilgiyi, kendi kendime yaşatıyordum sanırım. Bulduğum her şeyi okurdum.
İstanbul'da gazeteci olan İbrahim'in çocukluk arkadaşı Hüseyin'in Amerika' ölüm haberini alıp Mardin'e gitmesiyle başlıyor hikaye.
Hüseyin'in esir kampında Meleknaz'la tanışıp uğrana nişanlısını terk edip ailesini karşına aldığı sevdası...
Ezidi Meleknaz'ın acı dolu hikayesi Ortadoğu'nun hazin gerçeklerini ortaya döküyor.
İnsanları inançlarına göre yargılamak bu uğurda kafa kesme kulların haddine mi?
"Ayrıca, bütün bunlar olurken bu kadar dinin tanrısı ne yapıyordu diye sordum kendime ve cevabı buldum. Tanrı o sırada dinleniyordu çünkü yedinci gündü, altı günde evreni yaratmıştı ve yedinci gün dinlenmeye çekilmişti. Herhalde bu yüzden çığlıkları duymamıştı."
Sahi neden duyulmuyor çığlıklar?
Nergis'in "Ben insandım abla " cümlesi ruhumu sızlattı. İnsan olmaktan yaşanan bunca zulme seyirci kalmaktan utandım.
"Ben sadece kendimi tedavi etmek için yazıyorum, insan denilen yaratıkların arasında yaşama gücünü tekrar bulabilmek için. Daha doğrusu öyle sanıyorum. İnsanları pençesine almış, çöl hecinleri gibi hepimizin ağzını kan içinde bırakan "harese" den kurtulmak için yazıyorum ve zaman zaman kendimi şu sözü tekrarlarken yakalıyorum: "Ben bir insandım!"" diyerek açıklıyor yazar.
Duygularım karmaşık ruhum huzursuz... İyi ki okudum. Tavsiye ederim. Akıcı bir solukta okunacak kitap. Yazarın kalemine sağlık. İyi okumalar. Kitapla kalın...
HuzursuzlukZülfü Livaneli · Doğan Kitap · 201799,3bin okunma
Aurelius yaşamının sonlarına doğru bu sözleri kaleme aldığından dolayı sanırım ölümün getirdiği ızdırabı hafifletmeye çalışmış.
Kendimize odaklanmanın tek yolu sürekli ölümü hatırlamak ve onun tabiriyle bu değişimin varlığına şükranlar sunmak mı?
Düşünmek lazım.
Katılıyorum ki her şeyin doğru anı vardır. Erken ya da geç değil.
Ben de henüz yeni sararmış bir yaprakken ağacımdan kopmak ve gün batarken serin rüzgarda süzülmek isterim. Kasvetli ve soğuk akşamda buz gibi su ile kurumuş halde kanalizasyona dökülmek değil.
Kendisini hayat gibi zaman zaman tekrarlayan bir kitap. Tekrar tekrar okumak lazım bence.
Kendime DüşüncelerMarcus Aurelius · İş Bankası Yayınları · 202215bin okunma
Tiyatro ve benzeri yerlerdeki gösterilerde daima aynı sahneleri ve aynı türdeki oyunları görmenin oyunu çekilmez kılması, yaşam için de geçerlidir. Yukarıdaki ve aşağıdaki her şey aynıdır ve aynı şeylerden meydana gelmektedir. Daha ne kadar sürecek bu?