Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Ağlayan Dağ Susan Nehir

Ayşegül Devecioğlu

Ağlayan Dağ Susan Nehir Gönderileri

Ağlayan Dağ Susan Nehir kitaplarını, Ağlayan Dağ Susan Nehir sözleri ve alıntılarını, Ağlayan Dağ Susan Nehir yazarlarını, Ağlayan Dağ Susan Nehir yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Çingeneler giderken hiçbir iz bırakmıyorlar. İz bırakmamış olmanın o tarif edilmez işaretini bırakıyorlar. Atlıkarınca gibi. Hak aramıyor, iddia etmiyor, bağırmıyor, öylece duruyor. Tek başına, bilinen her şeyi çözüp dağıtıyor, altüst ediyor; hayatı işitilmedik bir dille yeniden kuruyor. Ne var ki hiçbir şey yazılamıyor bu dille; konuşulamıyor. Bu dille kimse affedilemiyor. Üzülenler, delirenler, merhamet edenler, ağlayıp sızlayanlar kullanamıyor bu dili; bilenler susuyor. Bu dille yapacak tek bir şey var. İşaretleri arayanlar bunu göze almak zorunda.
Zulmün belleği yoktur, defteri vardır; özenle tutulmuş bir defter. Zulmün belleği yoktur, müzesi vardır: eski geniş binalar, kapıda anmalık eşya dükkânları. Gettoların, hücrelerin, fırınların içinde sarsılıp uyanan, anmalıkta sakinleşip durulur, zaman ehlileşir, anlam parçalanır, vicdan susar, bellek uyuşur.
Reklam
Kadının gözlerinde sonu gelmez yollar vardı; kirpiklerini indirdiğinde altlarında derin vadiler gölgelendi. Güneşin yakıp kavurduğu ovalarda yalınayak yürüdüler. Tekerlekler döndü. Üstleri tenteli, yaylı arabaların tekdüze gıcırtıları sessizliği bozdu, yol kenarlarından tarla kuşları havalandı. Adam eyersiz bir atın üstünde rüzgarla yarıştı. Saçları uçuştu, yel yüzünü yaktı, kadın bir ayçiçeği tarlasında yüzünü göğe dönüp gözlerini kapadı. Talikaların tekerlekleri döndü, kadınla erkeğin bedenleri Çingeneliğin bütün sırlarını terledi.
Çingeneler için hayat sıfatsızdı. Onu iyi ya da kötü diye nitelemek hiçbir şeyi değiştirmezdi. Bu, çekilen acıyı ne artırır ne de azaltırdı. Hayat böyle yaşanmak zorundaydı. Olanı biteni hafifletmeye ya da süslemeye çalışmak karşıdakine zarar verirdi. Acı söze gelmezdi, dillendirilmez, kelimelerle dize getirilemezdi.
Gök, hiç usanmayacak gibi uzun uzun ağdı. Arabanın içinde ne kadar beklediğimi bilmiyorum. Yağmur başladığı gibi aniden durdu. Bulutların ardında güneş saklı bir fener gibi yandı. Çok geçmeden, ağaçların toplantı yaptığı kasvetli kırda kocaman bir gökkuşağı belirdi. Öylesine güzeldi ki onu ancak yalan yaratabilirdi. İsmi ve yüzü olanlar adsız ve yüzsüz olana dönüştüğünde cesetlerin ardında, yakılmış yıkılmış evlerin, ölü çocukların, boğazlanmış hayvanların ardında yalnızca dokunsan kırılacak bu yalan kalırdı. Yaşanmış iyi şeylere, başka türlü de yaşanmış olduğuna, başka türlü de yaşanabilecek olduğuna dair... Utanmaya dair, iyiliğe dair, insanca olanın çıkıp geleceğine dair, hiç olmazsa birinin diğerleri gibi davranmadığına dair... Hayalden ve beklentiden oluşmuş, her nasılsa bunca dayanıklı çıkmış bir yalan... Öylesine arsız bir yalan bu. Yüzü bile kızarmayan bir yalan... Zayıf bacaklarının üstünde titreyerek duruyor, narin kanatlarını gizliyor, kuvvetli bir esintide uçup gitmemek için direniyordu. Öylesine hazin bir yalandı bu.
En çok an'ları merak ederdim; bir kadının unlu ellerini çabucak önlüğüne sildiği, unların önlüğün üstünde yapışık kaldığı, cama koşarken artık bunu önemsemediği... Ellerin hâlâ hamur tahtasındaki yumuşak kıvamlı şeyin izini, sıçrayan yağın acısını taşıdığı, boğum yerlerinin aklaşmış, derinin hafifçe kızarmış olduğu... Kutlamaların, bayramların karşılıklı ödünç verilen eşyaların, sunulan armağanların, ikram edilen yemeklerin ardında varlıklarını koruyan, güçlerinden hiçbir şey kaybetmeden kunt, acımasız bekleyen şeylerin çabucak uykudan uyanıverdiği anları... Yemeninin üstünkörü bağlanıverişi, birkaç saç telinin bembeyaz örtünün altından terli alna yapışıp kalması... Kiliseye ya da camiye koşarken kenarı mavi ya da pembe işli tertemiz fanilanın altında saklı kalbin çarpması, tırnakların arasında hâlâ un kalıntıları...
Reklam
Söyleyemeyen yüzünden ağlardı dağ ve nehir söylenemeyen hakkında susardı. Nehrin ağlaması olanaksızdı. Bu yüzden susuyordu; bazen bentleri aşıp köyleri, tarlaları sular altında bırakarak susuyor ve dağ özellikle sabahları ağlıyordu.
Artık ne gidilecek, ne dönülecek bir yer kalmıştı. Geçmişin kayıp anıları, yuvaları dağıtılmış kuşlar gibi acı çığlıklar atarak zihinlerinde umarsızca dolanıp duruyordu.
Az önce on üç-on dört yaşlarında beş-altı kız ellerinde uzun değneklerle gülüşerek yanımdan geçip, sapmaya çekindiğim bir patikada kayboldular. Masal yaratıkları gibi zamandışı, hülyalı, uçucuydular. Sesleri savrulup gitmeden önce, boş arazideki sert kısa otlara, tuhaf dikenlere birkaç saniye boyunca takılıp kaldı. Şimdi geride onlardan hiçbir iz yok. Kayıp zamandan gelip kayıp zamana karışmışlar gibi... Masalın en güzel yanı da bu ölçülüp biçilmemiş, kaydedilmemiş, bölünmemiş zamanın öyküsünü anlatmasıdır. Bir varmış bir yokmuş diye başlayan unutulmuş zamanın... Ama zamanı unutabilir miyiz? Belki de şöyle sormalıydım; masalla görmezden gelmeye çalışsak da zaman bizi unutur mu?
Naciye Abla, iyice yaşlandığı yıllarda mahalleyle ilgili sohbetlerimizden birinde, benim de mahallede gördüğüm Sevdiye adlı küçük kızın önce babası sonra da ağabeyleri tarafından "kullanıldığını" anlattı. Böyle şeyleri anlamsız, düz ve hiçbir merhamet izi barındırmayan bir yüz ifadesiyle söylerdi. Yıllarca beni öfkelendirmiş olan bu kayıtsız ifade, Çingenelerin hayatta kalmak için kullandığı en önemli silahlardan biriydi. Sevdiye kötü kadın olmuş, sonra da ağabeylerinin küçük olanı tarafından öldürülmüştü. Bu kaba saba anlatım beni pek etkilemedi. Yalanın kalbinde gizli olan, içimde çoktan yer etmişti. Ama küçüklüğümde dinlediğim ürkünç masalla birlikte, Naciye Abla'nın esmer, genişçe yüzünün ardından, bir yeraltı ırmağı gibi bilincime akan gerçeğin o dingin, acımasız sesini hâlâ tüylerim ürpererek anımsarım. Masal gerçekle aynı bedendendir. Onunla aynı kanlı etten ve kemikten..
Reklam
Bakışıyla karşılaşanı çılgınlıkla ödüllendirir şehir, şefkati yoktur, bütün gördüklerinden sonra öfkesini ve sevgisini kaybetmiştir; şimdi yalnızca akıllı ve zalimdir
Uğruna bunca yalan söylediği şey, öykülerinin gerçeklikte açtığı kocaman deliklerde, olan bitenin karanlık yüzünde, zihnin kuytu köşelerinde, söylenmeyen sözlerin, gerçekleşmeyen olayların bıraktığı boşlukta gizli. Naciye Abla'dan öğrendiğim en önemli şey, anlatılamayan, okunamayan, öğrenilmeyen, öğretilemeyen ve hiçbir kitapta yazılı olmayan bu şeye ulaşmak için ışık kadar karanlıktan, gerçek kadar yalandan da geçmek gerektiğidir; yalanın, masalın, öykünün gerçekle aynı olan etinden...
"Gönlümüz nah böyle yeşil taşlı bir yüzüktür," diyor kocakarı, sigarası yine püfür püfür tütüyor konuşurken. "Kayıp bir ziynettir. Onu bizden çalanın cebinde parlar durur, kimsecikler görmeden... Bir kere kaptırdık mı, geri alana kadar kim çaldıysa onun olur." "Peki, nasıl geri alırız?" "Çalanı öldürerek, kim çalmışsa onu gebertmekten başka yolu yoktur geri almanın."
Sınırın ötesinden atları, arabaları, köpekleri, kocaman bohçaları ve yalınayak çocuklarıyla göçenler, aynı yurttan gelmiş gibi birbirine benziyor; kavrukluklarıyla, zayıflıklarıyla; sakin, beklentisiz esmerlikleri, güleç kurnazlıklarıyla... Kapı'dan delifişek, kalabalık geliyorlar; her ülkeye yabancı olmanın dokunaklı kindarlığını, yalnızca kendi soylarından olanların anladığı gizli bir işaret gibi parlak, siyah gözlerinde taşıyarak...
177 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.