Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Anadolu'ya ve İran'a Seyahat

Josaphat Barbaro

Anadolu'ya ve İran'a Seyahat Sözleri ve Alıntıları

Anadolu'ya ve İran'a Seyahat sözleri ve alıntılarını, Anadolu'ya ve İran'a Seyahat kitap alıntılarını, Anadolu'ya ve İran'a Seyahat en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Seyahat
Şimdi söyleyeceğim manzarayı birinin görmüş olacağından veya buna inanacağından ümitli değilim. Çünkü bu kadar insan nasıl oluyor da bütün günlerini yolculukla geçiriyor, yiyeceklerini nereden getiriyorlar ve öteberilerini nereden temin ediyorlar diye ne kadar çok soruyorlar. Onların yaşantısına tanık olmuş biri olarak ben bu sorulara şöyle cevap veriyorum: Yaklaşık olarak şubat ayında ordunun her tarafında, çiftçilikle uğraşan herkesin mart ayında filan yerde ekin ekmek için hazır olmaları, o ayın belli bir gününde herkesin o yere gitmeleri gerektiği ilân ediliyor. Emir ilân edilince, ekip biçme işiyle meşgul olanlar, hazırlanıp diğerleriyle uyum halinde tohumlarını, ihtiyaç duydukları hayvanlarını, davarlarını, kadınlarını ve çocuklarını ya da onlardan bazılarını at arabalarına yüklüyorlar. Daha sonra, belirlenen mahale gidiyorlar. Burası, genellikle, çadırlarını kurdukları yerden iki günlük yol mesafesinden daha uzak değil. Orayı ekip işlerini bitirene kadar kalıyorlar. Ondan sonra orduya geri dönüyorlar.
Sayfa 42 - Çamlıca Basım YayımKitabı okudu
Türkler ve Mağrip Arapları derler ki: “Bu şehir (Mardin) o kadar yüksektir ki halkı şehrin üzerinden uçan kuşları asla göremezler”
Reklam
Dünyadaki bütün ahali üç göze sahiptir, Çinliler iki göze, Frenkler ise bir.
(Barbaro'nun) Yanında Venedik Cumhuriyeti tarafından Akkoyunlulara gönderilen ateşli silahlar, bunlara ait mühimmat ve bu silahları kullanmayı öğretecek subaylar ile bunları temin etmek amacıyla Uzun Hasan Bey tarafından Venedik Cumhuriyeti nezdine gönderilen elçi de bulunuyordu. Seyahatnameden anlaşıldığına göre ateşli silahlar Karaman limanlarına indirilecek; Uzun Hasan Bey ya Karaman sınırlarına kendisi gelerek ya da adamlarını göndererek getirilen silahları ülkesine götürecekti. Fakat Osmanlıların, Karamanoğlu topraklarını ele geçirmesi üzerine Kıbrıs’a kadar getirilmiş olan silahlar ve subaylar mecburen geri döndürüldü. Barbaro ise cesaretle yoluna devam ederek sufi kılığında Osmanlı ülkesinin güney sınırlarından Ramazanoğlu ve Dulkadirli topraklarını geçerek Akkoyunlu ülkesine girdi. Meşakkatli yolculuğu esnasında başından geçenleri anlatmaktan pek hoşlanmadığı anlaşılan Barbaro, sadece başkent Tebriz’e yaklaştığı sıralarda Kürtlerin saldırısına uğradığı ve Uzun Hasan Bey’in elçisinin öldürüldüğü olay ile bir Türkmen’den yediği sert bir tokatı nakletmektedir.
Diyorlar ki, sadece şehirde değil aynı zamanda halkın yolculuk yaptığı şehrin dışındaki yollarda da bir taşın üzerinde veya başka bir yerde, sahibi olmayan bir şey görürlerse veya bulurlarsa hiç kimse onu almaya cesaret edemez. Bundan başka eğer biri yolda giderken bir başkasına nereye gittiğini sorarsa, o kişi eğer soruyu sorandan şüphe ederse veya ona güvenmezse, ondan şikayetçi olursa, o kişi muhakkak sorduğu soruya kanunî bir gerekçe göstermelidir. Yoksa ceza veriyorlar. Bu nokta da gösteriyor ki, o ülkede özgürlük ve adalet geniş bir şekilde uygulanmaktadır.
Sayfa 83 - Yeditepe YayıneviKitabı okudu
Yarım pantolonlarıyla ve ayak bileklerine kadar ulaşan deri çoraplarıyla iki çıplak adam şahın karşısında yer alıp güreş tutmaya başladılar. Birbirlerinin belini tutmayıp biri diğerinin boynunu tutmaya çabalıyor, kendilerini sıkıca savunuyorlardı. Güreşçilerden biri diğerinin boynunu tutunca, diğerinin mümkün olduğu kadar eğilip öbürünün sırtını tututarak yerden kaldırmasından, bu suretle kurtulmasından ve onu kaldırıp yere atmasından ve sırtını yere getirmesinden başka çaresi yoktu. Değilse, sadece yere düşmek güreş açısından “yenilgi” sayılmıyordu. Her ne kadar bazen onlardan biri yenilme merhalesine kadar geliyorsa da kurtuluyordu. Bu noktaya gelindiğinde diğeri yenilmeye mecbur bırakıyor ve güreşi kazanıyordu. Nihayet bu çıplak güreşçilerden biri şahın önüne geldi. Dev gibi görünen iri cüsseli bir adamdı. Genç ve uzun boyluydu. Aşağı yukarı otuz yaşlarındaydı. Şah “güreş tutması ve kendisi için bir rakip seçmesini” emretti. Fakat pehlivan diz vurup bir şeyler söyledi. Ben ne söylenildiğini öğrenmek istiyordum: “Geçen defa güreş sırasında rakiplerinden çoğunu ezdiği, yaraladığı ve ölümlerine sebep olduğundan, güreşten muaf tutulmak için Şah’tan ricada bulunduğunu” söylediler. Bu yüzden Şah, onu güreş tutmaktan muaf eyledi. Bu güreşçiye bahşiş olarak atlar verdiler. Bu oyun benim ayrılmamdan sonra gece yarısını iki saat geçene kadar devam etmiş ve başka pek çok hediye vermişlerdi.
Reklam
Rahip diyor ki, Sultanın topraklarından çıkınca Müslümanlardan bir fırkayla karşılaştım. Yanık bir şekilde ve dinlerinde olan taassubla: “Kâfirlere ölüm!” diye bağırıyorlardı. İran topraklarına yaklaştıkça bu fırkanın mensupları çoğalıyordu. Bu başıbozuk halk Bakü Denizi’nin kıyı yoluna koyuldular; Şamahı, Derbend ve Tümen’e geldiler. Sayıları epey çoğaldı. Her ne kadar bazıları silahlı değilse de Tezechia’nın taşrasında ve Kafkas dağlarının sınırında yer alan Terch adlı yere, yani çoğulukla Katolik Hıristiyanların yaşadığı bölgeye gelince, hepsini kadın, erkek, çocuk- buldukları yerde öldürdüler. Ondan sonra, Yecüc ve Mecüc topraklarına da girip -her ne kadar Yunan kilisesine bağlılarsa da- Hıristiyan halka diğer kadar Yunan kilisesine bağlılarsa da- Hıristiyan halka diğer Hıristiyanlara yaptıkları muamelenin aynısını yaptılar. Daha sonra Çerkeslerin topraklarına tekrar döndüler. Her ikisi de Karadeniz sınırında olan Chipichr ve Charbatri yoluna koyuldular. Orada da insanları öldürdüler. Titracassa ve Chremuch halkı bunlara karşı bayrak kaldırana, onlarla savaşıp hepsini dağıtana -öyle ki her yüz kişiden yirmisi canını kaybetti- ve kendi ülkelerinin tarafına kaçana kadar bu işten vazgeçmediler. Bu hikâyeden o dönemdeki Hıristiyanların acınacak hallerine vakıf olunabilir. Bu olay 1484 yılında meydana geldi.
zagros bölgesindeki kürtler hakkındadır.
Bu dağın girişinde oldukça yüksek ve dik yamaçlı bir tepe var. Orada Kürtler denilen insanlar yaşıyor. Onların dilleri komşularının dillerinden tamamen farklıdır. Merhametsiz insanlardır; fakat tanıdıklarına yağmacılık yapacak kadar hırsız değiller. Kürtlerin -bütün geçitleri kontrol edebilmek ve oradan geçen kişileri soymak için- ırmak kenarlarına ve yüksek yerlere kurulmuş çok sayıda şehirleri var. Bu yüzden bu şehirlerden pek çoğunu, memleketin emirleri ve hâkimleri harap etmişlerdir. Zira Kürtler oradan geçen kervanlara büyük zararlar veriyorlar. Bana gelince, ben onların hâl ve hareketlerine dair tecrübelere sahibim. 1474 Nisan ayının sekizinci günü Hizan denilen ve Hasan Bey’in yakınlarından biri tarafından idare edilen şehirden çıktık. Daha önce sözünü ettiğim Hasan Bey’in elçisiyle beraber, şehirden yarım günlük mesafede iken yüksek bir tepenin üzerinde Kürtler bize saldırdılar. Elçiyi, benim yazıcımı ve diğer iki kişiyi öldürdüler. Bana ve geriye kalan yoldaşlarıma eziyet ettiler. Atlarımızla birlikte her ne buldularsa hepsini götürdüler. Ben atın üstündeydim. Tek başıma kaçıp güzergahtan çıktım.
Bazı insanlar bir diğerinden ayrılınca, bir daha asla onlarla karşılaşmayacağını düşünürler ve dostluk sözünü kolayca unuturlar. Dostluk için gerekli olan âdetleri ve gelenekleri yerine getirmezler. Bu tasavvurun hatalı olduğu tecrübe edilmiştir. Çünkü dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur.
Yılın bir zamanı, bir atı düzlüğün bir köşesine bırakıyorlar. Atın ayaklarını bağlıyorlar; bir kişi ok ve yay ile belli bir mesafeden onu hedef yapıyor, at cansız kalıncaya kadar ok atıyor. At ölünce derisini yüzüyorlar ve etini merasimle yiyorlar. Derisine saman doldurup düzgün durması için bacaklarına da ağaç yerleştiriyorlar. Öyle ki at canlı gibi görünüyor. Sonunda büyük bir ağacın altına gidiyorlar, göze hoş görünen bir yaydan götürüyorlar ve hayvanı ağacın üstüne koyup buna tapınıyorlar. Tıpkı bizim kilise-lere mum dikmemiz gibi bu ağacın üstüne de kakım, sincap ve tilki kürklerini asıyorlar. Böylece ağacın her tarafı pahalı kürklerle örtünmüş oluyor. Bu halkın en çok yediği şey av eti ve balıktır. Şu an Moxii’den söz ettim. Tatarlar hakkında, mağaralarında tapındıkları putları olduğundan başka, söyleyeceğim bir şey yok. Onlardan bazıları her sabah dışarı çıktıklarında karşılaştıkları ilk hayvana tapınıp ona secde ediyorlar.
51 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.