Derken kaçınılmaz olarak unutmaya başladım. Chloe'den ayrıldıktan birkaç ay sonra kendimi onun yaşadığı semtte bulduğumda onu düşünmenin artık eskisi kadar acıtmadığını, hatta onu değil (ki tam da onun semtindeydim), yakındaki bir lokantada verdiğim yemek randevusunu düşündüğümü fark ettim. Chloe'nin anısı yok olmaya, tarih olmaya başlamıştı. Gerçi bu unutuştan suçluluk da duydum. Artık beni üzen onun yokluğu değil, onun yokluğuna giderek artan kayıtsızlığımdı. Unutuşum, ölümün, onu yitirişimin ve benim için bir zamanlar çok değerli olan bir varlığa sadakatsizliğimin işaretiydi sanki.
Kaybolup giden geçmişe kıyasla, o geçmişi akla getiren alaysı bir zamandan öteye geçebilecek miydi sanki şimdiki an? Gelecek, acıklı bir yokluk duygusundan başka ne getirebilirdi ki bana?
Kendi yüzüme bile bakamaz olmuştum; gözlerimi oydum, kuşların gelip ciğerlerimi gagalamasını bekledim ve günahlarımın ağırlığını dağ tepelerine taşıdım.
Ne zaman vahim bir şeyle karşı karşıya kalsak, böylesi korkunç, dayanılmaz cezaların neden özellikle bizim başımıza geldiğini açıklayabilmek için sıradan nedenlerin ötesine bakarız. Olayın sarsıcılığı ölçüsünde nesnellikten uzak bir önem yükleriz ona, böylece ruhsal-yazgıcılığa yönelmiş oluruz. Üzüntüden öylesine yorulmuş ve tükenmiştim ki içine düştüğüm karmaşayı anlayabilmek için beliren soru işaretlerine gömüldüm: "Neden ben? Neden böyle oldu? Neden şimdi?" Pençesine düştüğüm anlamsızlığı biraz olsun anlamlandırabilmek ' için geçmişe baktım, işaretler, belirtiler, suçlar, kabahatlar aradım; yarama merhem olsun, yaşamımın rastlantısal noktalarını birleştirebileyim diye.