Kumul'da bulunduğumuz cuma günü biz de abdest alarak camiye gittik. Hafiz Efendi minbere çıkarak bir hutbe okudu. Biz güfteye değil, hafizın bize Istanbul’u hatırlatan teganni tarzına dikkat ediyorduk. Biliyorduk ki Hafız da okuduğu hutbenin manasını bilmiyor. Fakat nağmeler onun hançeresinde titriyor, makamdan makama müselsel (ard arda) bir ahenk ile geçerek İstanbul nağmeleri saçıyordu.
Biz ne vakitten beri bu nağmelerden uzak yaşıyorduk. Musikişinas değildik. Fakat işte bu nağmeler bizim dimağımızda bin ıirtına yarattı. Nerde olduğumuzu unuttuk.
Çok defa yırtık bir potini rüyalarımızda bile görmedik. Çok defa boş midelerimizin şikayetini durdurmak üzere yumruklarımızı karnımıza bastık. Pamirden Taklamakan çöllerinden ve her türlü vasıtalara malik seyyah kütlelerinin geçmeye cesaret edemedikleri yerlerden yalnız başımıza yürüyerek geçtik. Kırgızları ayaklandırarak, Mukden meydan muharebesinde Japonlara mağlup, fakat Türkistan ihtilallerini kanlı bir surette bastırmağa muvaffak olduğundan dolayı çarın sarayında büyük bir mevkiyi haiz olan meşhur general Kuropatkin ile muntazam muharebeler yaptık.
Hindistan'ın istiklâl cemiyetleri İngilizler aleyhine bir teşebbüslere başvursalar karşılarında mecusileri buluyorlardı ve mecusilerin reis-i ekberi Ağa Han idi.
Altay silsilesi üzerinde idik. İli arazisine giriyorduk. Arazi yine çok yüksek olmakla beraber cümudiyelerden eser yoktu. Hatta latif manzaralara tesadüf ediyorduk. Büyük Kazgan, Ortanca Kazgan, Küçük Kazgan geçitleri üzerinden gidiyorken gönlümüz gözümüz açılıyordu. Tabiat buralarını süslemişti. Hele Ortanca Kazgan civa nndaki şelalenin manzarasına doyum olmazdı. Kim bilir kaç metre irtifadan çağlayan geniş bir su sütunu, taşları yıkıya yıkıya aşağıya düşüyordu?