Nietzsche, 1882 tarihli “Tanrı'nın ölümü! ile ilgili mecazi anlatısında anlam krizinin yolda olduğu kehanetinde bulunmuştu. Doğaüstü merkezi bir mutlak güce inanç olmazsa tüm hiyerarşiler yıkılır gider. Örneğin cinayetin kötü olduğunun kategorik olarak kanıtlanmasını sağlayabilecek hiçbir ölçü kalmayacağından herhangi bir evrensel ahlak yasası sözkonusu olamaz. Kişinin keyif verici bulduğu her şeyi yapmaması için bir neden kalmaz.
Dahası, bir yandan atom fiziğinde, diğer yandan ise soyut savaş örneğinde görüldüğü üzere eşyanın görsel düzeni bile tartışma konusu olur. Tanrı olmasa, tüm düzenler göreli —toplumsal veya bireysel olarak inşa edilmiş bir hal alır ve yegane gerçeklik öznel gerçeklik olur. Artık benliğin yok oluşundan ibaret bir hale gelmiş bulunan ölümü bir yana bırakacak olursak geriye sadece benlik kalmaktadır.
Weber, geriye kalan şeyin savaşan tanrıların çoğulluğu olduğunu söyleyerek tartışmayı genişletti. Modern birey, kültür piyasasında kendi düşgücüne uygun fikirler arayarak kendi inançlarını —tanrılarını- seçme özgürlüğüne sahiptir. İnancın yerini günümüzde kaprisin almış olmasından dolayı bu tanrılar doğal olarak kolayca ıskartaya çıkarılabilmektedir. Böylesi bir dünyada ilerleme, bilim, deneyim ve bilgi peşinde delice koşuş hayatın gerçek ritminin kaçırılmasına neden oluyor.” Bunun sonucunda, Tolstoy'un dediği gibi, ölüm anlamsızlaşıyor. Ölüm anlamını yitirdiğinde ise hayat da anlamını yitiriyor. Din-sonrasının kültürü iktidarsız, dünyası ise doyumsuz ve donuktur.