Bütün bu insanlar, askerler beni götürürlerken, adeta yıkılan büyük bir binanın gürültüsü gibi peşim sıra atıldı. Oysa ben, sarhoş gibi yürüyordum, sanki aptallaşmıştım. İçimde bir isyan patlamıştı. İdam cezasının okunmasına kadar nefes aldığımı, hareket ettiğimi, diğer insanlarla aynı ortam içinde yaşadığımı hissedebiliyorum. Oysa şimdi benimle ve dünya arasında sanki bir duvar vardı. Şimdi artık bana hiçbir şey eskisi gibi görünmüyordu. Bu aydınlık ve geniş pencereler, bu güzel güneş, bu berrak gökyüzü, bu hoş çiçek, hepsi de soluk bir beyaza; kefen rengine sarınmışlardı. Beni götürecekleri yolun iki tarafını telaşla dolduran adamlara, kadınlara ve çocuklara sanki birer hayalet görmüş gibi bakıyordum.
Bu, harap olmuş ve bitmiş bir zihinde yazılacak değerde ne bulacaktım ki?
Niçin olmasın? Etrafımdaki her şey, hareketsiz ve suskun olsa da benim yüreğimde kopan bir fırtına, bir savaş, bir trajedi yok muydu?