Gençken insan ne kadar çok konuşacak şey buluyor! Nasıl da iştahla anlatası oluyor! Belki de hayallere gebe olduğun için. Yaş ilerledikçe susasın geliyor, içine içine konuşuyorsun. Belki bir gün tümden susarım, hiç konuşmam. O zaman hiçbir hayalim de kalmamış demektir herhalde.
Hayat bize neler verecek bilmiyoruz. Yolların ne kadar çatallanacağını bilmiyoruz. Hangi tarihte öleceğimizi bilmiyoruz. Ne kadar gözyaşı dökeceğimizi, kaç kahkaha atacağımızı bilmiyoruz. Ne olacağımızı, nasıl olacağımızı bilmiyoruz. Ne kadar yalnız kalacağımızı ya da ne aşklara düşeceğimizi bilmiyoruz. Bilinmezlik karşısında hem umutla doluyoruz hem de kederleniyoruz.
Gün gelecek, hepimiz fotokopiyle çoğaltılmış suretlerimizin altında adımızın, başlangıç ve bitiş tarihlerimizin yazılı olduğu, yakalara iğneyle tutuşturulan, sonra kimisinin bir kitabın arasına sıkıştırdığı ya da bir çekmecedeki evrakların arasında kayboluşa bıraktığı, kimisinin de buruşturup çöpe attığı kağıt parçalarında kalacaktık. Son kez kağıtlarda çoğaltılan ve yok olmaya, unutulmaya yazgılı suretler. Hepsi buydu ve biz çok daha fazlasını umuyorduk.
Sosyal hayatta sınırlarım, kimsenin çiğneyemeyeceği kendimce kurallarım ve bir mesafem vardı.
Fazlasıyla ciddi ve sıradan bir insandım ve bu yanımı sinemayla, edebiyatla dolduruyordum. Belki de kapatıyordum, tıkıyordum, görünmez kılıyordum.