Nihayet sakladığım en büyük sırrı çözmüşlerdi.
Ben aslında ipekböceğini kozasının içindeyken öldürmüştüm.
Başka türlü kumaş dokunamıyordu ne yapayım...
Hayatında gözaltından kurtulduğun hiç oldu mu? Bir karanlık odada bile, dudak dudağa olduğun sırada bile, biri gözetlemiyor mu seni ve sen gözetlemiyor musun kendi kendini.
Bu anlatılmaz ve anlaşılmaz garip özlem ve titreşimlerde kaybetmişim bütün çocukluğumu. Kimbilir belki de hayatımın büyük bir parçasını. Belki bir enayi, bir salak, belki de serseri bir duygusal gibi...
Elektrik yoktu o zamanlar. Anne diye bir kadın dolaşırdı evin içinde, babaanne diye bir ihtiyar, baba diye bir adam, bir de Sadakat diye bir evlatlık...
Sert fırtınalarla, dev dalgaların içini oyuk oyuk ettiği haşin bir kaya gibiydi babaanne.
Öpmesini öğrenmeden unutmuş, ağlamasını kimseye göstermeden bir ayıp kuyusuna atıp boğmuştu.
- Niye öldürdün, diyordu.
Büyük olduğu ve beni döveceğini söylediği için öldürmüştüm. Hoş ben öldürmeden önce de zaten ölüydü. Yaşadığı yoktu ki... Üç beş kuruş almaya çalışan bir işçi parçasıydı.