Tek rek hatlarıyla daha önce gözlemleyebildiğimiz üzere, Rönesans'tan beridir batı insanlığının siyaset düşüncesini boydan boya geçen derin bir tezat vardır; genel düşünüşe hâkim doğal hukukun merkezi düşüncesi ile tarih ve siyaset reddedilemez olguları arasındaki çatışmadır bu. Stoa'nın yarattığı, Hristiyanlığın benimseyip kendine uydurduğu, sonra da aydınlanmanın tekrar yaşamının sekülerleştirdiği doğal hukuk, akıl ve doğa yasalarının son kertede ahenk içinde bulundukları ve evreni bir arada tutan ilahi birlikten doğdukları varsayımından hareket etmektedir. Tanrı'nın insana üflediği akıl ise bu birlik ile ahengi bütün halinde kavrayıp insan yaşamına ölçü verecek yasaların içeriğini belirlemeye muktedirdir. Bu normlar dürtülerin aşağı yaşamına hakim olup onu soylulaştırma görevi karşısında fiiliyata bazı tavizler vererek onunla uzlaşmaya mecbursalar da asli ideal kalıpları içinde fiiliyatla temasları yoktur, kutup yıldızları olarak yaşamın üstünde ebediyen, değişmeden ve mahiyetlerini korumak suretiyle beklerler. Doğanın ruhunu oluşturan bu ilahi aklın bilinçli taşıyıcısı ve yorumcusu ise insan tekidir, akıl ve doğal hukukun getirdiği buyrukların amaç ve hedefi de insan tekinin olgunlaşmasıdır. Bu noktada doğa, tarih ve evrenin barındırdığı akıl (buna dayanarak söz konusu buyruklara mutlak geçerlilik karakteri verilmiştir) safiyane bir tavırla yalnızca insan tekinin ihtiyaçlarına göre takdir edilmiş, aynı ihtiyaçlar bu sayede dünyaya yansıtılmış ve mutlaklaştırılmıştır.