Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Doğu-Batı Arasında İslami Dil Arayışı

Dil Şiir Hakikat

İsmail Süphandağı

Sözler ve Alıntılar

Tümünü Gör
İnsanı, kesinlikten uzak kalmaya zorlayan sebeplerden biri de kalbin hâlleridir. Nitekim Nursi, 'tecdid-i iman” terkibiyle kalpte imanın sürekli yenilenmesi gerektiğini vurgular. Çünkü insanın, hep aynı hâl üzere kalması pek kolay değil. Necip Fazıl'ın “Boşuna gezmişim, yok tabiatta / içimdeki kadar iniş ve çıkış/ mısraları da kalbin hâline gerçekçi bir göndermedir. Dolayısıyla insanın hep aynı hâl üzere kalmak noktasında kendinden emin olamaması, onun ihtimaller üzerine kurulu olduğunu ima eder. Allah resulünün (asm) bir hadislerinde geçen “kalbimi dinim üzere sabit kıl" duası da bunu gösterir. Bir yönüyle insanın hep teyakkuzda olmasını gerekli kılan bu durum, dil zemininde ise onun kesinlik ve zorunluluk içeren dil kullanımından uzak durması gerektiğini belirtir. Aynı zamanda mutlakçı bakış açısıyla bir başkasını kendi düşünce ve eğilimlerimize göre şekillendirmenin ne denli haksızlık içerdiğini ortaya koyar.
Said Nursi, anlam ile eylem arasındaki hiyerarşide bir sıralamaya dikkat çeker: Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz'an, iltizam ve itikat.* Tahayyül, idrak edilen âlem ile idrak edilemeyen âlem arasında bir nevi berzah görevi görür. Tasavvur ise hayalde iç içe karışık vaziyette olan şeyleri; resme dönüştürme, betimleme veya onlara bir şekil kazandırma aşamasıdır. Taakkulde bir bakıma surete bürünmüş “şeyler” birer ilgi ile birbirine bağlanır; “şeyler” arasındaki sebep — sonuç zinciri kurulur. Bundan sonra ise tasdik; onaylama gelir. Onaylanan şeyin bir anlayışa dönüştürülmesi iz'an aşamasında gerçekleşir. Bir bakıma, içselleştirilmiş bir anlam olayıdır bu. Sonrasında ise iltizam; gereklilik aşaması var. Son aşama olan itikatta ise bir gereklilik olarak kabulü tamamlanmış olan düşünce, eyleme geçirilir. Said Nursi'nin dikkat çektiği bu hiyerarşi, Umberto Eco'nun ifadesiyle “deneyimin düzensizliğine biçim verme” olarak okunabilir.
Reklam
İnsan ile varlık arasındaki münasebet, Nursi'nin gözünde bu tecellileri okumak üzerine kurulu bir yapıya dayanır. Öyle ki her görünüş, bir ayna görevi üstlenir ve kendi dışında bir anlamı duyurur. Varlığın hukukunun korunması bu bakımdan bir gereklilik olarak ortaya çıkar. Bu durumu örnekleyen davranışları Said Nursi'nin hayatında görmek mümkündür. Örneğin köpeğin gıybetinin yaptırılmaması, yemeğindeki taneleri karıncalarla bölüşmesi, çamaşır ipindeki sinekleri rahatsız etmemek için onların bir başka yere asılmasını önermesi gibi birçok davranışı vardır ki bunlar, varlığın birer tecelli mekânı olarak okunmasına dayanır. Bu bakış açısı ondaki rikkatli duyuşun de kaynağını oluşturur. Hiçbir varlık çünkü bir öteki olarak görülmez. Dilin, insanın yaşamı nereden okuduğu ve onu nereden gördüğüyle olan yakın ilgisini örneklemesi bakımından Nursi'nin yaptığı teşbihler, rikkatli bir kalbin dile yansımasını örneklemesi bakımından da oldukça lezzetlidirler. Yaban arıları için yaptığı “sinek taifesinin eşkiyası' benzetmesi bunlardan sadece biridir.
İnşallah kelimesi, kullanıldığı bağlam veya bağlamlar itibariyle günlük dilde sıklıkla kullandığımız bir ifade formudur. Geçmişte yapıp ettiğimiz her şey Allah'ın izin vermesiyle mümkün oldu. Şu anda yapıyor olduğumuz da Allah'ın izin vermesiyle yapılmakta, gelecekte yapıp edeceklerimiz de Allah'ın izin vermesiyle olacaktır. Ne ki geçmişte ve şimdide yapılanlar, onların gerçekleşmesi için insanın gücünün dışındaki diğer etmenlerin vücuduyla oldular ve oluyorlar. Fakat gelecekte yapıp eyleyeceklerimiz için insanın gücünün dışındaki etmenlerin vücudu ve devamı kuşkuludur. Ayette de yer verildiği haliyle örneğin “bunu yarın yapacağım”” dediğimizde, evrenin yarın O işi yapacağımız ana kadarki tüm hâlle rinin devamına güç yetirebilme iddiasına bir şekilde eklemlenmiş oluruz. Böyle bir iddiayı taşıyarak bu cümleyi kuruyor olmasak bile en azından evrenin sürekliliğini sağlayan bir iradeden gafil oluşumuz, bir yönüyle hem incitici hem de bencilcedir. Elbette bu düşünce, insanın içinde yer aldığı evrenin işleyişine kendini bir şekilde kattığı ve yaşamının onlarla beraberliğini kavradığı anda zarafetini gösterir. Çünkü gelecekte yapıp eyleyeceklerimiz hususunda kullandığımız kesin dil, sadece dışımuzdaki iradenin yok sayılması anlamına gelmez aynı zamanda varlık üzerinde egemen bir konumda bulunduğumuz anlamına da gelir. Dolayısıyla “inşâallah”sız bir dilin, kibrin elinde biçimlenmiş olduğunu söyleyebiliriz. Varlık içinde hem onun bir parçası hem de ilahi
Said Nursi: “Hürriyet budur ki: Kanun-i adalet ve te'dipten başka hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest olsun!” der. Bu ifadeler, kişinin bir uzlaşı metni olarak kabul edilen kanun dışında hiçbir şey tarafından kısıtlanamayacağını ortaya koyar. Tahakküm ve istibdadı ortadan kaldırmak gayesiyle gönderilmiş bir din telakkisinde hâliyle hakikatin çoğulcu niteliği öne çıkarılmış olmaktadır. Ancak kesinlik ve zorunluluktan azade bir dil, bir diğerinin tercihinin ontolojik değerine güven duyabilir. Çünkü kesinlik ve zorunluluk, ister dil isterse davranış boyutunda olsun muhatabını sıkar, onun tercihlerini dar alana hapseder. Bu ise kişiyi meşru hareket alanında dahi kötücül çağrışımlara eğilimli kılar.
Şark'ın hafızasında yer alan bir temsil, gerçek ile mecaz arasındaki ilişkiyi oldukça lezzetli bir şekilde örnekler: “Denir ki hakikat güzel bir kadına, mecaz ise çirkin bir cadıya benziyordu. Hakikat, güzelliğinin başına açtığı bin beladan, mecaz ise ilgisizlikten ve itilmişlikten mustaripti. Bir dönemeçte mecazla karşılaşan hakikat, ona: 'Ben güzelliğimin başıma açtığı belalardan ötürü yaşayamaz hâle geldim. Sen ise çirkinliğin yüzünden her yerden kovuluyorsun. Sen giysilerini bana ver, ben çirkin görüneyim, ben giysilerimi sana vereyim, sen ise güzel görün. Ben insanların peşime takılmalarından, laf atmalarından kurtulayım, sen ise herkesin ilgisini üzerine çeken bir güzel ol' demiş.” O günden bu yana hakikatin mecaz, mecazın ise hakikat perdesi altında gizlendiği söylenir. Bu temsil bize, hakikatin kendinde olan güzelliğinin, dilin sınırlı imkânlarının içinde dile gelemeyeceğini ve herhangi bir sembolizme başvurmadan ifade edilemeyeceğini ima eder. Dolayısıyla kadim Doğu'da belirleyici olan hakikatin aktarımı olduğu için dil bu nedenle tümüyle onun emrindedir; fakat dikkat etmemiz gereken şey burada hakikatin mecazın elbiselerini giydiğidir.
100 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.