Önce kısacık kendi gözümden yazarı anlatmak isterim. Hani bazı büyük yazarlar, eserlerinden ziyade karakterlerinden dolayı sevilirler ya, bu adam benim için öyle. Camus’nün 'saçma felsefesi'nde ve 'başkaldırma felsefesi'nde yoksulluk içinde geçen çocukluk yıllarının etkisini de hiçe sayamam. Varoluşçu olduğunu kabul etmese bile yaşamın yaşamaya değer olduğunu savunmaktan vazgeçmediği, hatta intiharın çözüm yöntemi olarak görülemeyeceğini söyleyerek, bir zamanlar yakın dostu olan Sartre ile fikir ayrılığına düştüğü de bir gerçek. (Dostluklarının son bulmasında aynı kadınla aşk yaşamalarının etkisini saymıyorum o başka bir günün konusu olsun) Gelelim bana her sayfasında “İnsan ne ise o mudur? Olması mümkün müdür? Ya da bir ideale varmaya çalışıyorsa, şu an nerededir?” diye sorduran bu şahane kitaba… Kitabı okumayanların bile ismine aşina olduğunu tahmin ettiğim ana karakter Jean Baptise Clamence, kendi yaşamını paylaşıyor bizimle. Varoluşuyla değil de rol yeteneğiyle zevk aldığından bahsediyor hayattan, iki yüzlülüğümüzü, bencilliğimizi, Proust’vari kıskançlığımızı yüzümüze vuruyor. Kendini hem ustalıkla suçluyor hem bu suçlardan aynı ustalıkta aklıyor benliğini. Hepimiz biraz böyle değil miyiz? Gerçeği aradığımızı söylerken koşar adım uzaklaştığımız tek şey salt gerçek değil mi? Uzatmak istemiyorum, henüz okumadıysanız lütfen bir an önce okuyun çünkü ben ne söylesem eksik kalır acı ve bilinçlenme bireyseldir.