Tanrılarımıza sahip çıkmak zorundayız,dedi Ömer yine. Musab ona dönerek,
Neden sahip çıkalım? Tanrılar kendilerini koruyamıyorlar mı? Madem korunmaya muhtaçlar bize ne faydası var?
Elçi hastaydı. Üstelik namazları kıldıramayacak kadar hastaydı. Medine'de kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. En sıkıntılı anlarında bile birbirleriyle şakalaşan, Elçi'nin arkadaşları sabah namazından yatsıya kadar mescitte bekli- yor, bir anlığına da olsa iyi bir haberini almak için Aişe'nin odasına her girip çıkanı sorguya çekiyorlardı. Hepsinin gözleri bulutlu, hepsinin gözleri doluydu. Güneşleri tutulmuş, ışıkları gitmişti. Hiç düşünmemişlerdi bir gün bu anı yaşayacaklarını.
Her biri bir köşeye çekilmişti. Kimi zihinlerdeki köleliği yıkan Elçi'yi, kimi sınıfların iktidarını yıkan Elçi'yi, kimi amaçsız dehanın anlamsızlığını öğreten Elçi'yi, kimi insanın ürettiği tanrıları yenen Elçi'yi, kimi mustazafları dirilten Elçi'yi düşünüyordu. Baktıklarında her birinin gördüğü farklı farklı Elçi'ydi onlara model olan. Bilal'in gördüğü Elçi'yle Amr'ın gördüğü Elçi, Ebu Zer'in gördüğü Elçi'yle Ebu Bekir'in gördüğü Elçi hep farklıydı.
Elçi, şükür namazı ve tavafını tekbirler arasında tamamladıktan, Kabe'nin içinde iki rekat namaz kıldıktan sonra Kabe'nin kapısındaki merdivenlerin en üst basamağında durdu. Askerlerden önünün açılmasını istedi. Elçi'nin şehre girdiği haberi duyulduktan sonra evlerine gizlenenler de çıkıp Kabe avlusunda toplanmışlardı. İşte alay ettikleri, yüzüne tükürdükleri, dövdükleri, hakaret ettikleri Abdülmuttalib'in yetimi karşılarındaydı. Elçi, toplanan kalabalığa uzun uzun baktı. Her gördüğüyle ilgili bir hatıra canlanıyordu, şuradaki siyah sakallı yüzüne tükürmüştü, şuradaki sarı sarıklı tehdit etmişti, şuradaki çizgili ridalı alay etmişti, şu ise dövmeye kalkmıştı, şu şiirler okutmuştu...