“Yaptığı, yapmadığı (nasılsa bir gün yapacaktır) her şey onu keyiflendirmek için düşünülmüş eşsiz araçlarmış, o da bu araçları son damlasina kadar kullanmak üzere yeryüzüne indirilmiş bir başka araçmış gibi, yaşamı bir beklene oyunu olma özelliğinden arındırdığını sanarak, kendi kurmaca düzeni içinde, çok katlı bir binanın gün ışığını ne hikmetse pek içeri sızdırmayan “üç oda bir salon” dairesinde, milyonlarca insanın sığdığı bir kentte, milyonlarsız ama sakin ve uyumlu, uyuyup uyanmaktaydı...”
“Duyuyor musunuz? Az önce duyduğunuz o ayak sesi, belki benimkisi!.. Geçip giden “Yaşamayı seven biriydi,” diye düşündüyseniz o bendim... “Pişmanlık duymayan, tasasız biri,” diye düşündüyseniz, yine doğru derdim!...”
“Diyeceğim şu; varlığımla yokluğum bir, kimsenin umurunda değilim, işe yaramazın biriyim... Yapmak istediklerimi başaramadım. Türlü engellerin önünde durup bekledim. Tam atlayacakken cayıp geri döndüm. Elbette ne yaptığımın, geriledikçe sıfıra yaklaştığımın ayırdında değildim. Ama şimdi, şu an nerede olduğumu biliyorum. Yazık ki bulunduğum yer umutların sıfır noktası, yapmak istediğim hiçbir şey yok. Çok sevdiğim çayı bile içemez oldum. Şairin dediği gibi, çok sevdiğim salatayı bile aramaz oldum.”
“Annesiyle babası AŞK’la ilgili bir ‘durum’ değildi. Babası, sarhoslukla ilgili bir ‘durum’du. Kadro dişi bırakılmış bir memur!.. Annesi, çok güzel zeytinyağlı fasülye pişiren, sessizliğin saat kulesi! Vakti gelince ‘din dan’; yemek saati, kahvaltı saati, yatma saati... Annesi, belki de belirgin günlerin belirleyicisi: Çamaşır günü, ütü günü, doğum günü, bahar temizliği günü, kabul günü, banyo günü ve daha birçok adı konmuş günden oluşmuş üç yüz altmış beş günün isim annesi miydi?”