Felsefe Tarihi kitaplarını, Felsefe Tarihi sözleri ve alıntılarını, Felsefe Tarihi yazarlarını, Felsefe Tarihi yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Ortaçağ Felsefesinin eksikliği, Renaissance Felsefesi bölümündeki geniş tutulan karşılaştırmalarla, kısmen olsun, giderilmeye çalışılmıştır.
...
İstanbul, Ekim 1961 M. G.
Felsefe Tarihi
ve yazamadığım bir çok kitap. Son pey verme yarın saat 21.55. Hafta içi hergün farklı kitaplarla mezat devam eder. Takipte kalmanızı dileriz.
instagram.com/kitapsatis_ofisi
«On representative Government» («Temsili Hükümet Üzerine») adlı yapıtında Stuart Mili demokrasiyi savunur; ama orta halliliğin ağır basmaması için, genel oy hakkı yanında kuvvetli kişilerin de sözünün geçmesini, etkilerinin olmasını ister. Çünkü, ona göre, siyasî özgürlük gerçek bir özgürlük ve bağımsızlığı sağlayamaz. Bu ortamda yavaş yavaş ortadan kalkan kaba kuvvet yerine bir çeşit ahlâk zabıtası olan kamuoyu kolaylıkla geçer, kamuoyunun zorbalığı da siyasî istibdattan daha tehlikelidir, çünkü daha az açık kapı bırakır; bütün günlük hayata sokulur, ruhları bile köleleştirir. Burada büyük bir tehlike ile, yığının egemen olması, orta halliliğin ağır basması tehlikesi ile karşı karşıyayızdır. Gerçi yığını hep tek tek itişler yönetir, ama yığın hep kendinden öyle pek yüksek olmayan kimselere yönelir, onların ardından gider. Oysa bütün iyi, akıllıca, soylu itişler, uyarmalar daima büyük insanlardan gelir. Bu az sayıdaki özgün kişiler yeryüzünün tuzudurlar. Bu düşünceleriyle Stuart Mili bir büyük adamlar istibdadını istiyor değil; onun istediği, büyük, yaratıcı kişilerin yeni düşünceleri özgür olarak ortaya koyabilmeleridir, yoksa zor kullanmak büyük adamların kendisini de yok eder. Halk oyunun istibdadı, yığının egemen olması yüzünden seviyenin düşmesini önlemenin tek çaresi de, yine özgürlüktür. Özgürlük, ilerlemenin hep sürüp giden, hiç kurumayan kaynağıdır; çünkü özgürlük biteviye reformlara, toplumun yenileşmesine yol açan bağımsız kişileri yaratır.
Hegelciliğin çözülmesine yol açan gelişmelerden biri de, politik-sosyal konulardaki anlaşmazlıklardır. Hegel’in kendi sistemi bu konularda tutucuydu; filozofun günündeki devlet ve toplum düzenini haklı göstermek, bunu felsefe ile bir kanıtlama denemesiydi. Buna karşılık «Genç Hegelciler» varolan düzenin aşılması gerektiğine, bunun için de felsefenin devrimci ışık tutması, dünyanın değişmesine önayak olması zorunda olduğuna inanıyorlardı. Bu inançta olanların en önemlisi de Karl Marx’tır. O da, Ludwig Feuerbach gibi, ilkin Hegelcidir; sonra o da idealizmden materializme geçiren adımı atmıştır — ama Hegel felsefesinin başlıca bir düşüncesini, «dialektik gelişme» kavramını bırakmadan.
19. yüzyılın ortaları, Fransa ve İngiltere’de olduğu gibi, Almanya için de positivist bir düşünüşün belirmeye başladığı bir dönemdir. Artık ilgi başlıca «olgularda yönelmişti; şimdi olguların kendileri ele alınıp nedenleri araştırılmak isteniyordu. Bu tutumla yeni bir gelişmeye doğru giden matematik-deneysel-doğa bilimi artık Schelling ile Hegel’in spekülatif doğa felsefesi ile uzlaşmazdı. Öbür yandan, «Tarihî Okul» —«Historische Schule»— çerçevesinde geliştirilen tarih yöntemi ve anlayışı da Hegel’in tarih felsefesi ile çatışıyordu: Bu okul Hegel’in tarih teleolojisini zorlanmış bir yorum diye anlar; bu öğretide tarihteki «olgular» karşısında gereken saygının gösterilmediğine inanır.
...değerce bundan üstün olan bir davranış daha var Schopenhauer için: İçimizde ve çevremizde oluşan yaşama istencini kesin olarak reddetmek. Bu davranışın gerekçesi de, ona göre, şu: «Hayatın kendisi», «istenç» ardı arası kesilmeyen bir acıdır. Çünkü istenç bütün görünüşlerinde bir iştah, bir istek olarak kendini gösterir. İsteğin olması da, eksikliğin, dolayısıyla acının olması demektir. Ama bir istek hiç bir zaman tam ve sürekli olarak doyurulamaz; şöyle biraz doyurulunca hemen bir yenisi ortada beliriverir ve bu böyle sonsuzluğa kadar gider: Acının ne sonu, ne sınırı vardır. Hayat, sefalet ile can sıkıntısı arasında bir rakkas gibi gidip gelir. İsteklerin yerine getirilmemiş olması sefaleti doğurur; yerine getirilir gibi olması da bunalıma düşürür. Açlık, sefalet halkın, can sıkıntısı da kibarların çektiği azaptır. Kibarların dünyasında pazar günü can sıkıntısının, halk için de öteki günler sefaletin temsilcisidir. Zekâ olgunlaştıkça acı da artar; en çok bilgili insanın acı duyması da bu yüzden. Bu dünyayı iyi ya da dünyaların en iyisi saymak yalnız aptallık değil, bir küfürdür de. Çünkü istenç bile kendi görünüşlerinde kendisini beğenmemektedir. Dünya, düşünülebilecek dünyaların en kötüsüdür; şöyle azıcık daha kötü olsaydı, varolamazdı artık. Bu dünyayı oluşturan istenç kördür, öyle zekâsı, bilinci falan yoktur.
Schopenhauer felsefesine Hegel’inkinin tam karşıtı olan bir anlayışla girer. Ona göre dünya anlamlı bir dünya değildir; bundan dolayı felsefeye düşen iş de, anlam yorumları olmayıp, bu anlamsız dünya içinde insanoğluna bir şekilde yolunu buldurmaktır. İçinde anlam bulunmayan dünya bütünüyle kötüdür ve varolmamak yeğdir. Bu, karamsar bir dünya görüşü. Schopenhauer pessimizmi bir metafizik sistem olarak geliştirmiştir.