Filmler Hayatımızı Nasıl Etkiler?

David Thomson

Filmler Hayatımızı Nasıl Etkiler? Posts

You can find Filmler Hayatımızı Nasıl Etkiler? books, Filmler Hayatımızı Nasıl Etkiler? quotes and quotes, Filmler Hayatımızı Nasıl Etkiler? authors, Filmler Hayatımızı Nasıl Etkiler? reviews and reviews on 1000Kitap.
Güzel Bir Sonsöz Kısmı İle bitti Kitap
İkinci Dünya Savaşı zaferi tüm dünya tarafından paylaşılmadı. Bazı ülkeler yenildi ve harap oldu. Ana savaş alanlarından bazıla­rı, tehdit altındaki hürriyetleri savaşa yol açmış olsada özgürlük­lerine kavuşamadılar. Kültürel atmosfere, eli kulağında yıkımın ürpertici baskıları ve yerel zulüm egemendi. Yerinden edilmiş in­sanların sayısı dikkatin ya da çözümün ötesindeydi. Fakat zafer yaygın biçimde Amerikan olarak tanımiandı (özellikle de Ameri­kalıların gözünde), bu da filmlerin Amerikan olduğu yönündeki yaygın duyguyu pekiştirdi, böylece Hollywood kısa süreliğine bir kültür merkezi oldu. Bu tavra sıklıkla itiraz edildi. Uluslar kendi filmlerini istediler ve pek çoğu harika iş çıkardı ama genel olarak halk, filmin pek çok iklimsel şartının -mekan, ışık, müzik, cazibe, romantizm, geciktirim, iyi görünümlü olmak- Amerikan hileleri olduğu fikrine sadık kaldı.
Mark Zuckerberg, Facebook ve son yirmi yılın diğer sosyal mecraları konusunda çok iyimser. Açıklığı ve bağlantı halinde olmayı yaydıklarına inanıyor ama aynı çağ i­çinde anlayışımızın, ekonomimizin, toplumumuzun ve kendimizi ayakta tutabileceğimize dair inancımızın uğradığı tahribatın far­kında değilmiş gibi görünüyor. Yani endişelenmemeye çalışmak harika bir gaye ama endişe­lenmemeye karar vermek, ekranlarımızın teşvik ettiği daha büyük bir hata olabilir.
Reklam
Sinema filmlerinin tarihine geri dönebilir ve bir filmin for­munun "Görmekte olduğuna inanabilir misin?" dediği bu tür anlardan bir antoloji çıkarabilirsiniz. Fakat 1998'de bir film bü­tün ikiyüzlülüğü yakaladı. Truman Show (1998) öyle eksiksiz bir içgörüydü ki eğer izlediğiniz ilk film olsaydı, başka hiçbir film izlemeye ihtiyaç duymayabilirdiniz
Sesin gelmesi bazı insanların sonunu getirdi. Photoplay dergisi sesin kusursuzlaştırıldığı iddiasıyla alay etti: "Hintyağıda öyle" dedi. Sonra seyirci 1930'larda düşüş gösterdi. 1951'de boş stüdyo­ da dövünerek gezinen David Selznick vardı, vay başımıza gelenler -şansımız varken kullanamadık, çok az sayıda dişe dokunur film yaptık. Televizyon, sinema filmleri de dahil olmak üzere hare­ketli görüntüler izlemenin bariz ve doğal yolu gibi görünüyordu. 1950'lerin ilerleyen yıllarında sinemaya gitme oranı temelli düştü ve birkaç akıllıca film bizi hafifçe dürtüp "Sinema filmleri aptalca değil mi?" dedi. Technicolor'u öldürdük; siyah beyaza ihanet et­tik. 1960'tan sonra birkaç yıl boyunca Godard her hayat adeti kü­çümsemeyle ve üstünlük taslayan bir bakışla kesip alan bir cerrah oldu. Sonra daha çok film izlemenin daha kolay bir yolu olarak video beğeniye sunuldu. Dijital için sinematografiden vazgeçtik Çok sayıda filmin chediyen kaybolmuş olduğunu biliyorduk ve yine de izieyecek çok fazla film vardı
Temmuz 2007'de bir gün, birlikte değil ama sanki bize bir şey öğretmek için sözleşmişçesi­ne Michelangelo Antonioni ve Ingmar Bergman öldü. Fakat ha­yaletler, Halloween'deki Michael Myers ya da işaretlerini duyan Yaşayan Ölüler gibi, işleri hakkında fazlasıyla konuşmaya devam ediyorlar. Bakmaktan hala hoşlanıyoruz
Reklam
Film camiasının tüm terimleri bir yeniden tanımlaması vardır ki genellikle eğlencelidir: Net kar sıfır kar anlamına gelir, baki­ye sıfır kar anlamına gelir, yapımcı eşittir yalancı, avukat eşit­tir hüsrana uğramış menajer, menajer eşittir hüsrana uğramış yönetmen, yönetmen eşittir hüsrana uğramış oyuncu. Bu şifre çözme mekanizması zamanla öğrenilen bir mekanizmadır... On yıl sonra biri arayıp "çok heyecanlı" olduğunu söylediğinde kastettiğinin "merhaba" olduğunu, biri "işlerinize bayılıyorum" dediğinde aslında yönetmen olduğunuzu bildiğini kastettiğini anlamama yetecek kadar temel bir tanıma sahibim..." Istediğin oyuncuya rol verebilirsin, oyuncu seçiminde söz hakkınız ol­madığı anlamına gelir.
1930'larda İtalya'nın, karakterleri devamlı son moda telefonların­ da konuştukları için "beyaz telefon filmleri" adı verilen yavan ro­mantizm ve cemiyet komedileri diyarı olduğunu söyleyen önem­semez bir düşünce ekolü bile vardır. Bu doğru bile olsa, tedbirli (ve beklenti içinde) olmak için bir neden sunar: Aynı dönemin Amerikan filmlerinde telefon, ister beyaz ister siyah olsun, ge­nellikle yaşamın ve eğlencenin göstergesidir. İnsanların telefonda sohbet ettikleri filmler, birbirlerine nutuk attıkları filmlerden her zaman daha ümit vericidir. Günümüzde ise cep telefonu, anlatı­nın düzenli ilerlemesinde ve almaşık kurguda araçtır.
Tüm ya­pımların üzerine bir Sovyetler Birliği Devlet Sinematografi Ensti­tüsü musallat edilmişti ve patronu da, Eisenstein'ın yaşamı üze­rinde boğucu bir etkisi olacak olan Boris Shumyatsky'ydi. Parti artık filmlerden korkuyordu, bu nedenle de her şeyi kontrol edi­yor ve çekilmekte olan Sovyet filmlerinin sayısında sert bir düşüş yaşanmasını garanti altına alıyordu. 1935-1937 yılları arasında, Sovyetler Birliği yapımları önce yılda kırk küsur filme, sonra da yılda yirmi dört filme düştü. Buna bir de ülkeye gelen yabancı filmler üzerindeki kısıtlamaları eklerseniz, bu en sert dönemde "eğlence"nin nasıl güç bela kabul gördüğünü anlayabilirsiniz. Le­nin'in filmin önemine ilişkin düşüncesi neredeyse tamamen pro­pagandaya indirgenmişti.
13 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.