" Yine de şunu iyi biliyordum; bitişler başlangıçlara gebedir ve acının üstesinden gelmenin iki çaresi vardır: acıyla yaşamayı öğrenmek ya da acıyı düşünmemek için kendini bir işe kaptırmak."
"Beni dinlemeye gelenler arasında çok yaşlı, bembeyaz sakallı bir dede oturuyordu ön sırada. Evinden yaşlılık ve hastalık nedeniyle hiç çıkmazmış. İstanbullu bir yazarın geleceğini duyunca, torunlarının kolunda bin bir zorlukla gelmiş kütüphaneye. Konuşmam bitince söz aldı. Aslında beni değil, benim şahsımda Osmanlıları selamlamak istiyordu. Siz bizi bırakıp gittikten sonra, bu topraklarda huzur kalmadı, derken gözlerinden yaşlar
süzülüyordu. Yanına gittim, oturduğu koltuğun önünde diz çöktüm, elini öpüp başıma koydum ve duygulanmak bulaşıcı olduğundan, ben de ağlamaya başladım..."
"Bir de günlük yaşantımda, sokaklarda dolanırken tanınmanın stresi vardı. Yürüyüş yaparken, çarşı-pazarda alışveriş ederken, bir kafede arkadaşlarımla otururken bilinir olmak, benim gibi modayı takip etmeyen, makyaj yapmayan, bakımlı olmayı iş edinmemiş biri için kolay değildi de tesellisi, beni tanımayanların, tanıyanlardan çok daha fazla olması ve çok eğlenceli durumlar yaşatabilmesiydi. Mesela bir yaz günü Bodrum-Yalıkavaktaki kitapçıda kitaplarımı görmüş, bunlar iyi satıyor mu diye sormuştum satıcıya.
"Ne diyorsun, abla," demişti adam,
"bir bu karı, bir de Ahmet Altan olmasa, kapa dükkânı, git evine yat! Bu ikisinin sayesinde ekmek yiyoruz..."