"Kendi evimizi ev olarak görmemek, orada kendi mizi 'evimizde' hissetmemek, ahlakın bir parçasıdır". İkinci Dünya Savaşı'nın, toplama kamplarının, ağır bombardıman altında yıkılan Avrupa kentlerinin ardından, yeniden kurulan "modern dünya"ya bakarak yapmaktadır Adorno bu saptamayı. İçinde büyüdüğümüz geleneksel evlerin "çekilmezleştiği", orada yaşanan en küçük sığınma duygusuna bile "aile çıkarlarının küflü kokusu nun karıştığı"; modern, işlevsel konutlarınsa içlerinde yaşayanlarla hiçbir bağlantısı olmayan yaşama kutuları olarak imal edildiği bu dönemde, Adorno'ya göre alışılmış anlamıyla barınak, ya da "ev" artık imkansızdır.
Evlilik tek kurtuluş gibi görünür. Ancak ev, güvenli bir korunak değil, kadınları şiddet karşısında en çaresiz bırakan yerdir çoğu kere. Taşra kadınlar için kapalılık, mahkumiyet demektir
Chion'a göre, erkeğin haykırışı her zaman bir iktidar arzusuna, kendi alanının sınırlarını çizmeye, onun içinde hükmetmeye yönelikken, kadının çığlığı sınırların, sözcüklerin, anlamın bittiği yerde başlar.
Öykülerin merkezinde değil, kıyılarında yer alan kadın sessizliklerini düşünelim... Eşkıya'nın Keje'si sevmediği bir adamla zorla evlendirilmesinin ardından otuz beş yıl boyunca susar. Masumiyet'te Yusuf, evliyken başka bir adama aşık olan ablasını ailenin namusunu temizlemek için vurur. Ağzından yaralanan kadın bu olaydan sonra dilsiz kalır. Her iki filmde de kadınlar kendilerini kurban eden patriarkal düzenden suskunluklarıyla hesap sorar gibidir. Ve başka sessiz kadınlar... Dar Alanda Kısa Paslaşmalar'ın hem kadın hem Ermeni olduğu için iki kez susturulmuş, kendi anadilini konuşamayan, yaşadığı küçük toplulukta fahişelik yaparak varolabilen Aynur'u; Uzak'ta Yusufun fütursuzca göz hapsine aldığı kadınlar, Mahmut'un sessizce eve gelip giden evli sevgilisi; Tabutta Rövaşata'da hep uzaklara bakan eroinman kız... Filmlerin konu edindiği erkekler dünyasında birer gölge, hayalet gibi sessizce gezinen bu kadınlar ne yaşar, ne düşünür, ne hisseder bilemeyiz hiçbir zaman.
kuşku yok ki Türk sineması yüz küsur yıllık tarihinde daima olduğu gibi günümüzde de büyük oranda bir "erkekler sineması"dır.
(..) Yeni Türk sinemasının gerek popüler gerekse sanatsal kanatlarında, çoğunlukla erkek kahramanları merkez alan öykülerin, yine erkeklerin gözünden anlatıldığını görürüz. Kadınlar, bütünlüklü karakterler olarak değil, erkekler tarafından görüldükleri biçimde, çoğunlukla birer arzu nesnesi olarak temsil edilir. Bu anlamda, yeni Türk sinemasını tanımlayan özelliklerden biri de kadınların yokluğudur kuşkusuz.
kendi kendimize koyduğumuz sınırı geçmek en zoru belki de.
bir sınırı (simgesel bir sınır) geçer ve sınırı geçtiği zaman, eskiden onun için asla mümkün olamayacak seçenekleri hayal edebilmenin artık mümkün olduğunu fark eder