Kendimizi tarihimizde yaşamaya mahkum ediyoruz, ancak sürekli rekabette bogulmamak için dusuncelerin egemenliğine girerek bu tarihe karşı bir komplo da kuruyoruz. Bu nedenle, amacı kötü bir şekilde küçümsenmek veya degersizlestirmek, başarısız olmamak olan sürekli bir hayatta kalma mücadelesi içindeyiz. Gerçek deneyimlerin olması gereken şey mantıksız hale gelir çünkü başarısızlık veya yol olma korkusu, insanların hayatın birincil güçleriyle doğrudan bağlantıdan mahrum eder.
Varlığının ve ihtiyaçlarının dikkate alınmadığına dair algı çocuk için o kadar korkutucudur ki, kendi güçsüzlüğünde zalimi idealleştirir. Bunu yaparken gücünü üstlenir ve çaresizliğini telafi eder.
Birinin kendi savunmasızlığının farkında olması, karşısındaki insanın savunmasızlığını görmesini sağlar. Ancak empatiye erişim olmadan, bu farkındalık ve ona uygun eylem mümkün değildir.
Kendinden yabancılaşma sürecini kesintiye uğratır, özümüzü ve tüm zayifliklarimizi kabul edersek ve başkalarının zayifliklarina saygı gösterirsek, kendimizi ve başkalarını sevmeyi yeniden öğrenebiliriz.
Ezilenler, çektikleri acıyı hafifletmeyi umdukları yöneticilerle özdeşleşirler ve yöneticiler de bu durumu kullanır. Zalimlerle özdeşleşme kültürümüzdeki varlığını çocuk ve ebeveyn arasındaki eşitsiz güç ilişkilerine borçludur ve bu orantısızlıktan kaynaklanan soyut bir bilişsel bilincin bir yönüdür.
Bir kişi endişelerini dile getirdiğinde veya tehlikelere dikkat çektiğinde zayıf kabul edilir. Gülünç, dengesiz, aşırı tepki veren, çok yakın olmayan... bunlar daha sonra bu insanlara atfedilen sıfatlardır.
Gücünün onaylandığını gormek için başkalarına acı veren herkes gerçekten kötüdür. Ancak bu eylemlerin gerçekleşmesine izin veren ya da onu ilgilendirmiyormuş gibi davranan kişiler, kötülüğü mümkün kılan kişilerdir.