"Gel birbirimizi sevelim, el ele vererek insanın ebediyen yalnızlığa mahkûm olmadığını ispat edelim. Kalbimiz bir parça atsın, ruhlarımız birbirine sığınsın, böylece sermediyete kadar gidelim "
Şimdi ne vakit o servinin altındaki, yanındaki mini mini mezara himayekârane eğilmiş bir soğuk taşın yanından geçsem, servilerin iniltisi bana onun tatlı sesini, muattar varlığını getirir. O vakit sevmiş, eziyet çekmiş, zihnini kaybetmiş bir heyula olduğunu unutur, gül ağacının altında ebediyen dinlenmek üzere ziyadar çehresini semavata çevirmiş meleği görürüm.
Kamerin ziyasıyla parlayan alnında o ağırlıktan azade ebedi bir uyku dolaşır ki diz çökerek o rutubetli soğuk topraklara beni de dinlendirmek için yer açmasını gözyaşlarımla yalvarırım.
Artık takatim yok, gözyaşlarım da yok, sana karşı muhabbetim de! Fakat zannettiğin gibi bir başkasını sevebilecek bir kabiliyet de ruhumda yok. Bütün varlığım, soğuk, geniş bir beyaban.
Az zaman içinde kalbimdeki yalnızlığın yerine kendimden daha çok âlî, bütün ruhu ısıtıcı bir hissin kaim olduğunu duyuyor ve bu yeni zevke tapınmak istiyordum, artık bu kere bu çehreyi görmekle mahkûmiyet-i Adem’den kurtulmuştum. Hayatımı vücudumu hizmetine sarf edecek sonra onu sevmek için hayatı da kısa görerek ebediyet arzuları uyandıracak bir varlığa gördüm ki tesadüf etmiştim