“…Yalnızdım. O kadar çok yalnızdım ki benden korktular. Yalnızlaştıkça korkuları arttı. Yüreğim bile dayanamadı örneğin. Yalnızlaştım diye kalbim durmaktan korktu. Sonra bir araya gelip beni yalnızlıktan kurtarmaya çalıştılar. Önce aileme başvurdular. Evlilik deneyimi mesela en iyi taktikti. Hiç olmazsa yalnızlıktan kurtardık mı yüzyıllarca güvende oluruz diye düşündüler. Yalnız olmamdan çok korktular. Ailemin gücünün yetmediği yerde toplumsal araçları devreye soktular. Önce duygularımla oynayan araçlar ürettiler. Duygularımı arttırdılar. Aşk denen bir icat türedi. Yalnızlaşmaktan kurtulmam için âşık olmam gerekiyordu. Çünkü yalnızlaştıkça tehlike haline geliyordum. Ne ordular ne de silahlar yetecekti yalnızlığımı engellemeye. Hapse atsalar yalnızlığıma yalnızlık katacaklardı. Bunu bildikleri için önce hapishaneleri doldurmayı düşündüler. Tüm yazarları, müzisyenleri, akademisyenleri, sanatçıları, eğitimcileri, hukukçuları, sağlıkçıları, ekonomistleri yalnızlığımı bitirmek uğruna içeri aldılar…”
Bir yazar kahramanlarıyla var olur. Yazmak için bir kahramana ihtiyaç vardır. Kayıp Kahramanlar Ülkesi’nde yazar, yazmaya bir türlü başlayamamaktadır. Yazmak için bir hikâye ve kahramana ihtiyaç duyan yazar, edebiyatın tozlu raflarına bir yolculuk başlatır. Şiirlerde, romanlarda, filmlerde, tiyatroda hatta sokak aralarında kahramanını arar. Yazar, kahramanını aramaktan tükenmek üzere olduğu bir gece, kapısında baygın halde duran bir kadınla karşılaşır. Yazar bu tesadüfi karşılaşma sonrasında toplumun tüm kesimini ilgilendiren bir hikâyenin içinde bulur kendisini. Felsefi sorgulamalar, edebi tartışmalardan uzak bir Anadolu hikayesiyle karşı karşıya kalan yazar için bu hikâye, alışkın olmadığı türden olsa da hikâye aslında çok önceden yazılmıştır. Bu hikâye cinsiyetleri, mezhepleri, etnik kökenleri, coğrafyaları, düşünceleri ve yaşayışları birbirinden faklı olan iki insanın hikayesidir. Bin’in Bir olduğu Deniz ve Rüstem’in hikayesidir.