Tutsağı olduğum sefaletten kaçıyordum. Sokaklarda belli bir amacım olmaksızın, rasgele yürüyor; para ve şehvet peşinde koşan, o tamahkâr suratlı ayaktakımı arasından rahat, umursamaz geçiyordum. Onları görmeye ihtiyacım yoktu, biri ötekinin kopyasıydı. Hepsi bir ağız, ağza asılı bir avuç bağırsaktan oluşuyor, cinsel organlarında bitiyorlardı.
Bana göre değildi bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü içindi; onlar için kurulmuştu bu dünya. Yeryüzünün, gökyüzünün güçlülerine avuç açanlar, yaltaklanmasını bilenler için.
İran’da
kasaplar sattıkları etleri dükkânın önünde,
sokakta, çoğunlukla da bir çengele aşılmış
biçimde sergilerler. Kör Baykuş dahil olmak
üzere birçok Hidâyet anlatısında bu sahne
tiksinti uyandırıcı bir görünüm olarak verilir.
İran Şiiliğinin ne kadar İran’a özgü,
öz be öz İran kültürü olduğunu da, bana kalırsa,
pek kavrayamamıştır Hidâyet. İran Şiiliği, Henry
Corbin’in anlattığı gibi, birçok yönden
Zerdüştçülüğü İslamiyete taşımıştır. Ayrıca
Şiilik, İran’ın anadili ve etnik köken bakımdan
apayrı olan Fars ve Azeri nüfuslarını birbirine
bağlı tutan harç olmuştur.
Sâdık Hidâyet’e göre Hayyam yaşadığı dönemin ayrıkotudur. Çağdaşlarının dinin etkisi altında geliştirdikleri “sefil düşünceler”i değillemiştir. Sâdık Hidâyet, Ömer Hayyam’da toplumu zarif bir tavırla aşmış kişiyi görür. Onun da kendi çağdaşlarından ve din istismarcılarından nefret ettiğini söyler.
Zerdüştçüler ölülerini
“sessizlik kulesi” adını verdikleri mezarlığa
gömmeden bırakırlarmış. Bir yandan
akbabaların öbür yandan çeşitli yer
hayvanlarının didik didik ettikleri korkunç
görünümlü cesetlerin başuçlarında da ruhları
vardır. Ölü canlar sonsuza değin terkettikleri bedenlerinin çürümelerini, hayvanlarca
parçalanmasını seyrederken ömürlerinin
“muhasebesini” yaparlar.