Düzen kurmak ve dünyayı sürekli bir düzen için de tutmak hiçte kolay değildi. Bugün baş eğen yarın baş kaldırır, bugün baş kaldıran yarın yeniden baş eğebilirdi.
Göğü görmeyen;taştan, topraktan, tahtadan dört duvarın arasında nasıl barınılır ki?
Vücudu çepeçevre çevrelenen, bir bölmeye hapsedilen kişi, ruhunu nasıl alabildiğince boşluğa koyverebilir ki? Nasıl hisseder rüzgarı, üzerinden geçen bulutları? Güneşin ısısını, yağmurun ıslaklığını, karın soğuğunu nasıl hisseder?
Kapalı mekanda insan nasıl özgür kalabilir? Nasıl hissedebilir yaşamın titreşimlerini? Bir tohumun kabuğunu yarıp büyümeye başlamasını nasıl duyar? Çiçeğin büyüdüğünü nasıl görür? Var olanları nasıl anlayabilir? Yok olanları, bilmeden, anlamadan nasıl yok sayabilir?
İşte bu göçebelerin felsefesidir.
Ruhun kendisi göçebedir zaten. Bir orada bir burada değil midir? Biçime, şekle sokulabilir mi? Şekli varmı ki şekilli aşılmazların içine mahkum edilebilsin?
Umuda durdu mu yaşam, geleceğinin hamurunu beklentilerle yoğururdu. Gelecekte umut olunca, beklenti olunca ; güneş bir başka doğardı, ay bir başka yükselirdi. Doğa bir başka yeşerir, bir başka sararır;sonra yeniden yeşerirdi.