"politikanın tüm temeli yoksul ve zengin arasındaki mücadeledir" ya da daha doğrusu der Ranciere, ortak varlığın yönetiminde payı olmayanlarla onu kontrol edenler arasındaki mücadeledir..."
Sermaye de kendi kurallarını, yani sosyal yaşamı şekillendiren ve hiyerarşik yapıları ve tahakküm biçimlerini doğal ve zorunlu gösteren ekonomi kurallarını dayatan, gayri şahsi bir egemenlik biçimi olarak işlev görür. Bir azınlığın elinde yoğunlaşmış mülkiyetin gücü, çoğunluğun yaşamını sürdürebilmek için emek gücünü satma ihtiyacı, küresel nüfusun geniş kesimlerinin bu sömürü devrelerinden bile dışlanması gibi kapitalist toplumun temel unsurları birer a priori olarak işlev görür. Öyle normalleştirilmiş ve kullandığı güç öylesine kişisellikten arındırılmıştır ki bunu şiddet olarak kabul etmek bile güçtür. Kapitalist konrol ve sömürü öncelikle dışsal bir egemen iktidara değil; görünmez içselleştirilmiş yasalara dayanır.
Genellikle herkes, yoksuldan nefret edermiş gibi gözükür. Tiksintilerini genellikle sanki yoksulluk içsel bir başarısızlığın işaretiymiş gibi ahlaki terimlerle dışavuran veya bazen bu tiksintiyi merhamet ve şefkat terimleriyle maskeleyen zenginler, yoksuldan kesinlikle nefret eder. Hatta çok da yoksul olmayanlar bile, kısmen yakında olabileceklerinin bir görüntüsünü onlarda gördükleri için yoksuldan nefret eder. Yoksuldan nefretin farklı formlarının arkasında yatan şey korkudur çünkü yoksul mülkiyet için doğrudan bir tehdit teşkil eder; çünkü yoksul, sadece zenginlikten mahrum değildir, hatta zenginliği çalmakta tıpkı roman kahramanı Jean Valjean gibi haklı olabilecek biri de değildir, o aynı zamanda mülkiyet cumhuriyetinin altını oyabilme ve onu devirebilme gücüne de sahiptir.
İki büyük gözde konu (insanların çoğunun uğruna çaba gösterdiklerini iddia ettikleri) özgürlük ve mülkiyet, ateşle su kadar zıttır ve bir arada duramaz.
Zengin kesim, mülkiyet cumhuriyeti kisvesi altında tüm toplumu temsil ediyormuş gibi yaparak yalan-yanlış evrensellik iddialarında bulunur; ama aslında birliği ve homojenliği mülkiyet sahipliği ile teminat altına alınmış, dışlayıcı bir kimliğe sahiptir.
Kaç muzaffer ulusal özgürlük mücadelesi, ulusun küresel hiyerarşinin dibindeki konumunu onaylayarak ve halklarını sefilliğe mahkum ederek, yalnızca kapitalist mülkiyet ilişkilerini daimi hale getiren sömürgecilik sonrası devletlerin kurulmasıyla ve bu devletler eliyle küçük bir elit gurubun hükümranlığıyla son bulmuştur!
Aslında düpedüz egoizm olmasına rağmen, insanların ailelerinin çıkarlarına göre davranmanın bir tür fedakarlık olduğuna gönülden inanmaları dikkate değerdir.