Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 18 Ekim 1921’de yaptığı bir konuşmada bu konuda şunları söylemişti: “...Birtakım hukukumuz vardır ve bugün biz bu hukukumuzdan vazgeçmiş değiliz... Hukukumuz saklıdır. Suriye üzerindeki hukukumuzdan asla vazgeçmiş değiliz. İskenderun ve Antakya’da özel bir idare oluşturulacaktır... Resmi dili Türkçe olacak. Mektepleri ise Türk mektebi olacak. Yapılmış olan şey budur...”
Amerika, Suriye’yi 1957 yılının başlarında bir Sovyet uydusu olarak değerlendirirken, Suriye, Sovyetler Birliği’ni bir tehdit olarak görmediği gibi, Amerika’nın Eisenhower Doktrini’ni kabul etmesi yönündeki baskılara direndi.
“Kamu hizmetleri, büyük milli kaynaklar, ağır sanayi ve ulaştırma vasıtaları, milletin malıdır. Devlet bunların idaresini doğrudan doğruya yürütür ve özel şirketler ile yabancılara ait imtiyazları lağveder.”, (Madde 30)
Osmanlı împaratorluğu’nun çöküşü, bazı devlet adamlarını ve entellektüelleri bu Islami gücün kayboluşunun nedenleri ve çareleri üzerinde düşünmeye zorladı. Cemalettin el Afgani (1839-1897) ve Muhammed Abduh (1849-1905) gibi düşünürler çarenin saldırgan yabancı güçlere karşı koyabilecek insanların topluluğu olan “Ümmet” fikrinde olduğunu savunuyorlardı. Bazı Arap entelektüelleri ise yeni politikanın anahtarını “Müslüman toplumda eşitlik ve adaleti sağlamak için İslam’ın kaynağına dönmek, halifeliğin arındırılıp tekrar birleştirici rolünü oynaması ve Türk olanlar ile olmayanlar arasındaki eşitsizliğin giderilmesi” şeklinde sıralıyorlardı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Arap dünyasında ulusal bağımsızlık kazanılmış olmakla birlikte, Arap rejimleri, Filistin’de 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasını engellemek konusunda başarısız olmuştu.