En büyük üzüntümu soruyorsunuz. Mutluluklar, sevinçler gibi pekçok sayıda ve cok büyük üzüntüler de yaşadım. Bu üzüntülerin en acısı şu: Türkiye'de Eğitim Bakanlığı kitaplarımın okullara girmesini yasaklamış ve okul kitaplıklarından kitaplarımı attırıp yok etmisti. İşte bu yasaktan birkaç gun sonra Viyana'ya gitmistim. Rehberim bana Viyana Ulusal Kitapliğını gezdiriyordu. Yazarlar kataloğuna bakmamızı, benim kitaplarımın olup olmadığını anlamamızı önerdi. Ben bu öneriyle ilgilenmedim bile. Kendi ülkemde okul kitapliklarından atılan kitaplarım ne diye Viyana Ulusal Kitaplığında bulunsun, diye düşünüyordum. Ama rehberim, önerisini gerceklestirdi. Kataloğa baktık, adımı gördük; yayımlanmış bütün kitaplarım Viyana Ulusal Kitaplığında vardı. İçime anlatılmaz bir üzüncün acısı çöktü. Bu kitaplar, kendi ülkemin okul kitaplıklarından atılmıştı.
-Aziz Nesin
Yaşamımda aldığım ödüller, armağanlar çoktur. Ama bunların en değerlisini bana İskenderun Cezaevindeki mahkumlar verdi. O cezaevine atılalı iki gün olmuştu. Bir sabah kapıma dışardan vuruldu. Kapının demir çubukları vardı. Çubukların arkasında mahkumlar duruyordu. Öndeki mahkumun elinde bir tencere vardı. İçlerinden biri,
-Duyduk ki Aziz Nesin senmişsin, öyle mi? dedi.
-Evet... dedim.
-Bugün kurban bayramı, sana kurban eti getirdik... dedi.
Demir çubukların aralıkları dar olduğundan tencereyi içeri sokup bana veremedi. Çok üzüldü buna. Elini tencereye sokup pişmiş etleri aldı, demir çubuk aralarından bana uzattı. Aldım.
Ben İskenderun Cezaevinde yapayalnızdım. Orası hiç bilmedigim yerdi.
Param ve yiyeceğim de yoktu. O gün kurban bayrami olduğunu bile bilmiyordum. Başkalarının benimle konuşması yasaklanmıştı. O cezaevinde hiç tanımadığım ve bir daha da hiç görmediğim mahkumların demir parmaklıklar arasından bana uzatıp verdikleri etler, yaşamımda aldığım armağanların, ödüllerin en degerlisidir. Yalnızbaşıma kaldığım o cezaevi barakasında etleri ağlayarak yedim. Sevinçten, mutluluktan ağlamıştim. Beni halkım en amansız yerde bile yalnız bırakmıyordu.
Aziz Nesin
İnsana saygım olduğu için insanın inançlarına saygım var ve insanların da benim inançsızlık özgürlüğüme saygısı olması gerekir. Benim için dinsel inanç, Tanrıyla insan arasındaki, başkalarının karışmaması gereken bir özel ilişkidir.
G.Korat- Şimdi mezarının Türkiye'ye getirilmesi yolunda çalışmalar var...
A.Nesin- Ben ona karşıyım. Vakfin toplantılarında da söylüyorum. Türkiye'ye Nazım'ın mezarının getirilmesi çok yanlıştır. Birçok bakımdan yanlıştır. Bir kere o mezar orada kalırsa biz Türkler tarihi ayıbımızı hep anımsarız. Birincisi bu. İkincisi, buraya getirdiğiniz zaman nereye getireceksiniz? İstanbul'a, diyelim ki Gülhane Parkı'na. Buna hakkınız yok. Nâzım bütün Türkiye'nin insanıdır. Üçüncüsü, daha beter bir şey, Nâzım'ın mezarını koruyamazsınız. Başına bir tabur asker koysanız gene koruyamazsınız, bir alay gerici gelir. Bir alay koysaniz bir tümen gerici gelir. Bunun örnekleri var: Ruhi Su'nun mezarı iki kere tahrip edilmiştir. Daha başka örnekleri var, yakın zamanlarda Yahudi mezarlığını parçalamışlardır. Ondan önce Rum mezarlığını da parçalamışlardı. Böyle bir toplumun ülkesine Nâzım'ın mezarını getirmek yanlıştır. Ben şunu söyledim: Her ilçe, her köy, her toplum birimi Nâzım'ın mezarını nereye yapmak istiyorsa oraya bir çınar diksin, vasiyetinde olduğu gibi, o çınar Nâzım'ın mezarı olsun.
Aziz Nesin hiçbir yazarımıza nasip olmamış genişlikte bir toplum yelpazesine ulaşmış, bu geniş yelpazeden, aynı kesimlere yerleştirilen insan öbeklerinden övgü kadar sövgü de almıştır.
"Bence insanların en aşağılığı kendisini herkese sevdirmeye çalışanlardır. Düşmansız olmaya çalışan insanların düşmanıyım; çünkü onlar kendilerini düşmanlarına bile sevdirmek için insanlıklarından ödün vererek küçülürler. İnsan denilen insanın düşmanları olmalı ve düşmanları onu sevmemeli; ama düşmanları bile ona saygı duymalı," diye yazıyor Mum Hala'da.
Türkiye şudur: serbest piyasa ekonomisi dünyaya egemense ona, demokrasi egemense gecikmeli de olsa ona geçer. Türkiye'yi böyle bir ülke olmaktan kurtarmak gerekiyor, bu da hemen hemen olanaksız. Çünkü sorunun başında merkezi yönetim geliyor: merkezi yönetimin ne olduğunu anlamak için "en merkezde" olanın kim olduğunu bulmak gerekiyor. O var oldukça insanlarin kafasında merkezi yönetim;- siz kaymakamın yerine istediginiz kadar belediye başkanını koyun- en merkezdeki değismedikce hicbir şey değismez. Yani ailede koca, baba; okulda öğretmen, askerlikte onbaşı, çavuş general, bilmem nerede başbakan, cumhurbaskanı... Bütün bunlar sizin yerinize düşünüyorsa böyle bir ülkede, hiçbir yaratıcı akımın çıkması mümkün değildir.