İhsan Oktay Anar’ın üslubunu ve kurgusunu gerçekten seviyorum. Olayları tatlı tatlı hem geleneksel hem de modern ögelerle, postmodern bir çatı altında birleştiriyor ve bunu yaparken de okuyucusunu yormuyor. Bu yüzden onu okumak, anlamaya çalışmak; o aradaki sembolleri, gizli mesajları yakalamaya çalışmak keyifli bir okuma sundu bana. Hem gerçeğin hem düşün hem de “suskunlar”ın yani musikinin romanıydı.
Neyzen İbrahim Dede gülümseyerek, "Kin şeytanın kahkahasıdır," dedi. "Bu duygu seni yoldan çıkarmış. Tekrar bize katılıp bu duygudan arınmaya ne dersin?"
Derviş, "Sevsinler!" dedi. "Yamak, aşçı olmak ister. Aşçı, aşçıbaşı olmak, şakirt de kâtip olmak, kâtip ise paşa olmak ister. Paşaların istediği de vezir olmaktır. Kısacası herkesin istediği, bir şey olmak, olabilmek! Sizler de gūyā pişmek ve olmak istiyorsunuz. Aslında kendinizden başkasını kurtarmak peşinde değilsiniz. Sadece kendi ruhunuzu temizleyecek kadar da bencilsiniz. Yazıklar olsun size! Ruhunuzu kirletmemek için, taşın altına elinizi sokamayacak kadar da korkaksınız. Kinin ve nefretin ne olduğunu siz nereden bileceksiniz! Bu dergâhta kötülüklerden uzak yaşıyorsunuz. Padişah tarafından korunup kollanıyorsunuz. Üstüne üstlük bir de saygı görüyorsunuz. Hâl böyleyken sizlere kim kötülük yapmaya cesaret edebilir ki! En önemlisi, sizin hiçbir yaranız yok! Ya benim yaralarım? İşte!"
Bu sazdan üflenen nağmeler, sırrın ufûlevi vūsafâsı olan ehl-i vukuf füsünkârların bezediği o vâsî füseyfisāda raks ve vüsüb eden vüsemâ gibi birer üfkühe idiler. Ama füsûs ki, üflendikçe gönüllerdeki menhûs ufûnetin üfül olduğu, bu füyûz dolu, tabiî bir vūs ve vus'at taşıyan nefesler, hangi yusuf-ı kalbîden nasıl hâsıl olur diye sanki, fusûl-ı erbaa teessüf ediyordu. Üflenenler âdeta, Şems'in üfül ettiği ulka gönderilen canlardan ibaret bir demet vūfûd idiler.
Şeyh İbrahim Dede ona şöyle dedi:
“Senin buraya gelmenin sebebi sadece bizim 'Gel' dememiz değil, ayrıca onların sana 'Git’ demeleri. Hiç kimseye kötüdür deme. Aslında onlar, bilmeden iyilik eden insanlardır.”