"Haksızlığın, saygısızlığın, kalleşliğin olmadığı; fabrika bacaları ve araba egzozlarından çıkan dumanların çocukları zehirlemediği, insanların betona tapmadığı, menfaatleri uğruna kimsenin birbirinin kuyusunu kazmadığı bir yerde yaşamalıydım. İnsan doğup insanlıktan utanacağıma belki de bir kuş olup göklerde uçmalıydım. Mesela... Bir serçe olmalıydım! O zaman da insanların çiğneyip sokağa tükürdüğü sakızı yem zannedip yemeye çalışırken ağzıma yapıştırır, ölürdüm. İnsanlar yine huzur vermezlerdi. Ya da bir yol bulup, alıp başımı gitmeliydim ta eski zamanlara. Atımı doludizgin sürüp, uçsuz bucaksız bozkırlarda dolaşmalıydım."
Şehir hayatı beni çok bunalttığında böyle şeyler düşünürüm hep. Tuhaf ama öyle işte. Karmaşanın, telaşın, kirliliğin bitmediği şehirlerde, gönlüm ovaların, engin dağların sadeliğini, güzelliğini arzular. Bende var olan bu duygulara Gogol'un müthiş tasvirleri de eklenince büyük bir coşkuyla ve keyifle okudum kitabı.
Bir an olsun beni şehrin gürültüsünden, ışıklarından uzaklaştırdığın, gündüzleri at koşturduğum bozkırın gecelerinde parlak yıldızları izlettirdiğin için teşekkürler Gogol.