Tarih I - Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri (1931-1941)

Kolektif

Tarih I - Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri (1931-1941) Gönderileri

Tarih I - Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri (1931-1941) kitaplarını, Tarih I - Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri (1931-1941) sözleri ve alıntılarını, Tarih I - Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri (1931-1941) yazarlarını, Tarih I - Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri (1931-1941) yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Dil olgunlaştıkça kutsiyet geleneği, yasaklama ve tören biçimleri arttı ve genişledi. İlk çobanların ortaya çıkmasıyla başka birçok şey, insanlar için derin bir anlam içerir göründü. İnsan, sürüsünü otlamaya götürdüğü sahaların ötelerinde neler olduğunu bilmek merakına düştü. Gece ve gündüz hayvanlarına bakarken ve çeşitli yer değiştirmeler esnasında gündüzleri Güneş'in, geceleri Ay'ın ve yıldızların rehberliğinden yararlanmaya başladılar. Birçok uzun asırlardan sonra yıldızların Ay'dan ve Güneş'ten daha emin bir rehber olduğunu anlamayı başardılar. Bundan sonra yıldızların incelenmesine önem verdiler. Her şeye ferdiyet ve şahsiyet izafe etmek alışkanlığında olan insanlar, yıldızlanı gökyüzünden kendilerini inceleyip koruyan güvenilir birtakım yüksek yaratılışlı mahluklar saymaya başladılar.
İlkel insan, hemen adeta her şeyden korkuyordu; şüphesiz bu korktuğu şeyleri rüyasında da görüyordu. Bunlarda birtakım kudretler tasavvur ediyor ve bu kudretleri tatmin etmeye gayret ediyordu. Canlı ve cansız şeyler arasında açık bir ayrım yapamıyordu. Mesela, cansız bile olsa herhangi bir şey kendisini yaralayınca, ona ayağıyla vuruyordu. Bir nehir fazlalaşır veya taşarsa, kendisine düşman olduğu sanısına kapılıyordu. Bu insanlar henüz Güneş'e, Ay'a, yıldızlara veyahut ağaçlara önem vermeye ve dikkatle bakmaya başlamışlardı. Bu insanlarda henüz dinî fikir ve kanaatten eser yoktu. Onlar kendi rüyalarıyla heyecana geliyorlardı. Uyanık iken gördükleri gerçek şekillerle rüyalarda gördükleri şekillerin karışmasından garip bir belirsizlik ortaya çıkıyordu. Faraza ölülerini gömmelerinden ve yanlarına erzak ve silah bırakmalarından, bu insanların gelecekte bir hayata inandıkları sonucu çıkarılacağı gibi, ölenlerin gerçekte ölmediklerini sandıklarına da hükmetmek mümkündür. Ölüleri rüyada görmeleri bu son fikri destekliyordu. Bu fikir, ölüleri bir tür cadı haline sokuyor ve onları uzaklaştırmak, gazaplarını tahrik etmemek çarelerine başvurmalarına sebep oluyordu.
Reklam
İnsanlar o devirde ya öldürüp yemek için veya kendilerini korumak için hayvanlarla mücadele ederlerdi. İnsanlar birbirleriyle de kavga ediyorlardı. Av hayvanı, balık, bir mağarada bir yer, kavgaya sebep oluyordu. Birbirlerini öldürüp etini yiyenler olduğu gibi, keyif için diğerlerini öldürenler de vardı. Bu insanlar birbirinden, hayvanlardan, şimşekten, gökgürültüsünden, fırtınadan, gecenin karanlığından, her şeyden korkuyorlardı. Korku insanların ilk ve en kuvvetli hisleri oldu.
Evvela açık havada yaşadılar; sonra, ırmak yakınlarında ve deniz kıyılarında ağaç kovuklarına, kaya oyuklarına, mağaralara sığındılar. Bunun için bu devre Mağara Devri de denir. Fakat, daha çok balığı olan su, daha çok avı olan orman aramak üzere sık sık yerlerini değiştiriyorlardı. Çünkü ziraat bilmiyorlardı. Avladıkları ve elde ettikleri bitki köklerini ve yabani yemişleri yiyorlardı. Bu insanlar elbise yapmasını bilmiyorlardı;
Her halde şunu kabul etmek lazımdır ki, hayat tabiatın dışından gelmiş değildir ve tabiatın üstünde bir nedenin eseri de değildir. Hayat, tıpkı suyun buhar olması, bazı cisimlerin billur haline geçmesi, hararet tesiriyle toprağın ısınması gibi zorunlu bir tabiat hadisesidir ve ortaya çıkması için gereken tabiî sebepler mevcut olduğu zaman kendiliğinden oluşmuştur.
Fakat şunu söyleyelim ki, insanların bütün bilgileri ve inanışları, insanın zekâsı eseridir. Zekâ, tabiî olan beyinden çıkar. Bundan, tabiatı anlamakta zekânın en büyük cevher ve etken olduğu anlaşıldığı gibi, tabiatın üstünde ve dışındaki bütün kavramların, insan beyni için kendi tarafından uydurma şeylerden başka bir şey olmayacağı meydana çıkar.
Reklam
Gerçekten, insan, tabiatın mahlûkudur. Hayatın büyük kaidesi de tabiata tabi olmaktır. Tabiatta hiçbir şey yok olmaz ve hiçbir şey yoktan var olmaz. Yalnız tabiatı vücuda getiren varlıklar, tabiatın kanunları icabı olarak şekillerini değiştirirler. Dünyanın ve hayatın araştırma ve incelenmesinde bu gerçek pek açık görülür.
İlk insanlar, Dünya'yı düz bir yer, gökyüzünü de onun kubbesi gibi gördüler. Güneş ile Ay'ı, bu kubbe üzerinde ve Dünya'nın altından dolaşmak suretiyle sürekli olarak gelip geçer sandılar. Dünya'nın yuvarlak olduğu anlaşıldıktan sonra da kâinatın merkezinde sandılar. Güneş'in, Ay'ın, bütün seyyar ve sabit yıldızların, Dünya'nın etrafında döndüğünü farz ettiler. İnsanların dünya hakkında fikri 400 sene evveline kadar bu merkezdeydi.
İnsan, bugünü anlamak için dünü bilmeye; dünkü işleri kavramak için, daha evvel geçmiş günlerin, nihayet uzak zamanların olaylarını hatırlamaya mecbur oluyor. Bu suretle, insan, içinde bulunduğu vaziyetin, işlerin, gerçek başlangıçlarını anlamak istedikçe geriye doğru çekildiğini duyar; Asya'nın merkez yaylalarına ve oralarda eski zamanlarda yaşamış insanlara kadar gider. Fakat bu da yeterli gelmez; daha geriye, ilk insanlara ve nihayet ilk hayata ve bunun ilk belirdiği yere kadar gider.
korku iklimini ilim yenmiştir ve yenecektir.
insanların korku ve zaf hisleri, dimağın son ve çok yeni ilmi keşiflerle nurlanması sayesinde gittikçe azaldı. Ve insanlar hakikati bundan sonra daha bariz görmiye başladılar. İnsan, benliğindeki kuvveti ve ferdi olduğu cemaatin içtimai kudretini takdire muvaffak olmıya başladı.
Sayfa 24
58 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.