Alıştırmıştık ölümüne kendimizi, alışmıştık bazı sorulara onda karşılık aramaya, henüz kabul etmiyorduk
onun da bizim gibi umarsız ve telaşlı kendi ölümünden büyük bir yanıt beklediğini.
Hayat bilgimiz zayıf, hayat bilgisi güçlüdür
diye bellediklerimizi bir bir götürüyor Ölüm: Kavrayamıyoruz bir türlü: Nedir Zaman, Yeryüzünün üstü bittiğinde
ne başlayabilir ötede, nefesimiz söner sönmez bir ışık mıdır terkeden evreni?
Ama bilebilir miydi bir şehrin her zaman bir şehir, bir kelimenin hep bir kelime, anlamın ortasında buluştuğumuz bir anlamı
olmadığını bilebilir miydi o yabancı okur?
Berjerin kulaklarından birine yaslamış başını,
bacaklarını toplayıp yan durmuş biraz, koyu mavi bir akşam çukuru dolduruyor dalgın bakışından ardakalan yüzünü. Sakallı mu, belli değil bu resimde,
ne zaman kaç yaşında, tamı tamına o da.
Bir tek açılmış alnını kateden belirsiz bir beyaz ışık: Ya kayboluyor, kâh orada. Karşı kıyıyı görüyor olmalı oturduğu yerden;
sanki elektrik kesilmiş şehrin bu yakasında,
içindeki karartmayı çoktan kabul etmiş bezgin bir insanı çağırmış yekpâre kırık Zaman, sanki hiç gelmeyeceğini bildiği bir trenin bekleyişi içinde uzun peron boyunca
yürümüş geceden sabaha doğru, sanki: Bir sabahsa, mutlak, aradığı: Bulamamış.