Uğultulu tepeler, uzun zamandır kitaplığımda okunmayı bekleyen romanlar rafından bana göz kırpıp durdu. Sonunda beni ayartmayı başardı ve yaklaşık 400 sayfalık bu serüvene hızlı bir dalış yaptım. 1847’de yayımlandığında, dönemin ahlak kurallarına meydan okuduğu gerekçesiyle eleştirilirken; Emily Bronte, yazdığı tek kitapla İngiliz Edebiyatı’nın unutulmazları arasına girmiş. Fakat kitabının başarısını göremeden daha otuz yaşında ölmüş. Yazarın bu tek romanı, kimine göre dünyanın gelmiş geçmiş en büyük aşk romanı, kimine göre her okunuşunda değişik tatlar veren çağlar ötesi bir eserdir.
Uğultulu Tepeler’e kiracı olarak büyük şehirden gittiği dışında hakkında pek bir şey bilmediğimiz anlatıcının çerçeve öyküsü hikâyenin şimdiki zamanını oluştururken, kâhya kadından dinlediği hikâye ile geriye dönüşler yapılarak baş kahramanların çocukluğundan itibaren karakterlerini şekillendiren ve yansıtan önemli olaylar anlatılır. Bu yapı modern romanla masal anlatıcılığını birleştiren keyifli bir okuma deneyimi sunar bize.
İnsan tabiatının şaşırtıcı taraflarını aşk, nefret, intikam gibi yoğun duyguların tesiri altında yansıtan karakterleriyle dönemini aşan bir eser olduğuna inansam da bazı olayları -zaman ve makânı göz önünde bulundursam dahi- abartılı buldum. Gerçeklik hissinden koptuğum yerleri saymazsam oldukça sürükleyiciydi. Okumak için benim kadar geç kalmayın derim.