Alfred Adler, hafızanın yaratıcı bir süreç olduğunu, “yaşam tarzımız” için önemli olan unsurları hatırladığımızı ve hafızanın tüm “biçiminin” de bu nedenle bireyin yaşam tarzının bir aynası olduğunu söylemiştir. Bireyin olmak istediği şey geçmişte olduğu halinden hatırladıklarını belirler.
Terapinin hedefi hastanın kendi varoluşunu bir gerçeklik olarak deneyimlemesidir. Amaç hastanın kendi varoluşunun farkındalığını olabileceği kadar eksiksiz yaşamasıdır. Sözkonusu süreç hastanın kendi potansiyellerinin farkına varması ve onları temel alarak harekete geçebilmesini içerir. Nevrotiğin karakteristik özelliği, varoluşçu analistlerin de belirttiği gibi varoluşunun “kararmış” olmasıdır. Bu noktada hastanın varoluşu bulanıklaşmış, tehdide açık hale gelmiş, gölgelenmiş ve hastanın eylemlerine onay veremez duruma gelmiştir. Terapinin görevi varoluşu aydınlatmaktır.
İlişkinin özü, birbiriyle karşılaşan iki kişinin de değişmesinde yatar. Ciddi bir rahatsızlığı olmayan ve belirli bir bilinç düzeyine sahip insanların içerisinde bulunduğu durumlarda ilişki, mutlaka karşılıklı farkındalık içerir ve bu da zaten karşılaşımdan ortak bir biçimde etkilenme sürecinin ta kendisidir.
Kierkegaard ve Nietzsche Batı insanının “ruhunun hastalanmasının”, belli bireysel ve sosyal sorunlarla açıklanmayacak kadar derin ve kapsamlı olduğunun apaçık farkındaydı. İnsanın kendisiyle kurduğu ilişkide kökten yanlış olan bir şeyler vardı; insan kendisinin temel sorunsalı haline gelmişti. Nietzsche, “Avrupa’nın önündeki gerçek tehlike şudur,” diyordu, “insandan korkmakla birlikte insan sevgisini, insan güvenini ve aslında insan iradesini de yitirdik.”
Dostoyevski ve diğer varoluşçu atalarımız, özgürlüğün dayanılmaz bir yük olduğuna dair yazarken ne edebi bir mübalağa sanatı yapıyorlardı ne de aşırı votka içmenin etkilerini yansıtıyorlardı.