Özlemle dolu bir gün. Ev özlemi değil bu, evdeyim zaten. Daha çok, geçmişteki böyle günlere özlem benimkisi. O halde “özlem” değil “hüzün” demem gerek.
Yıllardır yarım yapıyorum her şeyi. Yıllardır bedenim yarım. Ne omuz omuzayım ne göğüs göğüse; ne de yanyana olabilmenin doğallığı var yıllardır. Birazdan sağıma gideceğim. Yarın sabah gene gideceğim sağıma. Haftanın geri kalan günlerinde de tabii ve gelecek hafta da. Ama artık yeter, her şeyin olacağına varması için başımı ineklerin altına sokmaya devam edemem artık. Budala gibi.
Özlemle dolu bir gün. Ev özlemi değil bu, evdeyim zaten. Daha çok, geçmişteki böyle günlere özlem benimkisi. O halde “özlem” değil “hüzün” demem gerek.
Kimsecikler yok sahilde. Tek bir leşkargası süzülmüyor havada, her daim meşgul gri kumçullukları da yok. Ne uçak, ne gemi, ne petrol platformu. Pantolonumu çıkarıyor, sabahleyin yeniden açmak zorunda kaldığımız patikadan denize birkaç adım giriyorum. Göz alabildiğine uzanan bu yerde tek gürültü eden benim. Arkamda, çok ama çok arkamda, diye geçiriyorum aklımdan, güneşin hiç üzerinde batmadığı IJssel gölü var. Dizlerime kadar suya girdiğimde, kollarımı kavuşturup biraz sola, ufkun bir tırnak boyu üstünde asılı duran güneşe dönüyorum. Alt yanı, eriyen mum gibi suya karıştığında, dönüp geriye, yarığa tırmanmaya başlıyorum. Heather Hill’in tepesinde oturduğumda görüyorum ancak pantolonumun kayaların arasında yapayalnız, adeta canına kıymış birinden geriye kalmış gibi yattığını.