“Benzer kokular hatırlamaya çalıştı, ama kurmaya çalıştığı bütün yakınlıklardan vazgeçmek zorunda kaldı. Bu kokuda bir tazelik vardı, ama limon ya da turunç tazeliği değil, mürağacı, tarçın yaprağı, kıvırcık nane, huşağacı, kâfuru, çam iğnesi, mayıs yağmuru, ayaz ya da kaynak suyu tazeliği... de değil, hem de bir sıcaklık vardı, ama bergamot, selvi, misk gibi değil, yasemin, nergis gibi değil, gülağacı gibi değil, süsen... gibi de değil. Bu koku hem uçucu hem ağır öğeleri olan bir karışımdı, karışım değil, bunların bileşimiydi, üstelik az, zayıf, gene de sağlam, taşıyıcılığı olan, ince, tiril tiril bir parça ipekli gibi... gene ipekli gibi de değil, içinde bisküvi eritilmiş ballı süt gibi ama bu da olur mu hiç: süt nerede, ipek nerede! Kavranmaz bir şeydi bu koku, tasvire sığmaz, hiçbir yere oturtulamayan bir şey. Aslında hiç olmaması gerekirdi. Ama vardı işte, kesinlikle karşı konulmaz doğallığı içinde ortadaydı. Onun gösterdiği yöne, yüreği korkudan çarpa çarpa yürüyordu Grenouille, çünkü kokuyu izlemediğini, kokunun kendisini tutsak aldığını, direnemeyeceği biçimde kendine doğru çektiğini seziyordu.”