Film sırasında bir anlam aramaya başlarsanız, olup biten her şeyi kaçırırsınız. İdeal seyirci bir filmi, içinden geçtiği kırları seyreden bir yolcu gibi seyreder; çünkü sanatsal bir imge zihindışı bir iletişimle etki uyandırır. İmgelerine sembolik anlamlar iliştiren bazı sanatçılar var; ama bu, benim için mümkün değil. Zen şairleri bu konuda güzel bir yol izlerler: Herhangi bir yorum ihtimalini bertaraf etmeye çalışırlar, bu süreçte gerçek dünya ile sanatçının çalışmasında yarattığı şey arasında bir paralellik doğar.
Tarkovski, “İnanç, inançtır.” der. İnsanın inanmak için bir sebebe ihtiyacı yoktur. Bunu izleyiciye hissettirmek, bunların üzerine düşünmesini sağlamak için de sanat eserlerine başvurmaktadır.
Solaris, tüm psişik hayatımız ona dayansa da gerçeklikte asla kabul etmeye hazır olamayacağımız nihai fantazmatik nesnel ekimizi veya partnerimizi gerçekliğin tam da içerisinde üreten ya da cisimleştiren bir makinedir.
Bugün siyah-beyaz film yapmayı tercih eden bir yönetmen tanımıyorum. İzleyiciler renkli filmleri seviyorlar; ama tuhaftır, renkli filmlerin siyah-beyaz filmler kadar gerçekçi olmadığı kanısındayım ben, çünkü gerçek hayatta normalde renk hakkında düşünmeyiz. Oysa sinemada izleyici görüntünün renkli olduğunu, kapsamını hemen fark eder, bu da bence renkli filmin bildik alışıldık doğasını gözden gizliyor. Bence siyah-beyazın unutulmaz ve ifade gücü yoğun bir niteliği var, bol bol siyah-beyaz film yapmayı sürdüreceğim. Sinemanın, ayakta kalırsa eğer siyah-beyaza dönebileceğini bile düşünüyorum.
Bizler Şarlo’nun Altına Hücum
filminde bir ayakkabıyı pişirip yemesine, ayakkabının bağcıklarını spagetti gibi hüpletmesine gülerken o sahnenin perde arkasında büyük acılar yatıyordu.
Chaplin’in annesi çocuklarına yedirecek bir şey bulamayınca aklını yitirmişti.Kitabı okudu
"Kendi özgünlüğü, bireyselliği olan bir biçim ve sinema ama aynı zamanda içeriğiyle, duruşuyla, topluma, ülkesine, coğrafyasına ve hatta dünyaya söyleyebilecek sözü olan bir sinema. Bunu yapmak istiyoruz."
Karısının günlükteki sözleriyle diyalog ve karısının bir dileği duyulur: Yaşadıkları günün hiç bitmemesi, yarının da bugün gibi olmasını dilemektedir. "Yarın nedir?" diye sorar karısına A. Karısı "Kim bilir?" diye cevap verir, "Yarın belki de sonsuzluk ve bir gündür."
Gururu, onuru bu kavramların gerçek anlamlarını kurcalamak istedik. İsmail filmin en gururlu insanı ama bu yüzden aynı zamanda da en sorumsuz ve bencil insanı belki de. İmam belki gururunu en ayaklar altına alan insan ama öte yandan en sorumluluk sahibi olan. Bu kavramları başka şeylerle bir arada ele almak gerekiyor. "Ne gururlu adam, helal olsun!" diye bakabilecek bir insan değilim. Hangisine daha çok saygı duyarsın? Birinin paraları ateşe atabilme kahramanlığı göstermesine mi yoksa Hamdi'nin gururunu hiçe sayıp annesine, ailesine bakıyor olmasına mı?
Taşradaki insanlar beni daha çok şaşırtıyor. Burada (İstanbul'da) çok yakın arkadaşlarım oldu, beş sene boyunca masada konuşuyorsun. Sonra bir gün beraber bir iş yapmaya kalkıyorsun, bir anda küsüyorsun. O kadar pratikten kopuk bir ilişki biçimi var ki. Oysa taşrada bütün düşünceler birtakım gerçek pratik olaylara bağlı. Hemen ortaya çıkıyor her şey, hızla. Burada çıkmıyor. Hakikaten bir sürü arkadaşımla - bunların içinde sinema dünyasından insanlar da var - bir tek ortak iş yapmaya kalktığımızda beceremedik. Ama yıllarca dünyanın en iyi anlaşan insanları gibi dolandık ortalıkta. Duyguların, fedakârlığın ortaya çıkması gereken ilk anda sözlerin başka, eylemlerin, edimlerin başka olduğunu anlıyorsun. Onun için belki taşra insanından bahsetme eğilimim daha fazla.
Nietzsche ile Dostoyevski arasındaki farkları bazen ben de düşünürüm. Dostoyevski'nin inançlı olduğu iddia ediliyor, ben buna pek katılmıyorum. Dostoyevski'nin inançsız ama inanmaya çalışan bir insan olduğunu, bunu başaramadığı için de acı çektiğini düşünüyorum. Fırtınalı doğasının onu inancın güvenli ve sıcak kollarına özlem duymak zorunda bıraktığını düşünüyorum. Ama inanç insanın sadece istemesiyle ulaşabileceği bir şey değil. Akıl kalbe ayak direyebiliyor. Dostoyevski'nin inanmaya çalışan bir inançsız olduğunu, kendisine en benzeyen karakterlerden biri olan Şatov'un, tanrıya inanıp inanmadığı sorulduğunda, "inanacağım" diye cevap vermesinde bile hissedilebiliyor. Ya da aynı şey, Dostoyevski'nin, Ivan, Stavrogin gibi inançsız karakterlerini son derece inandırıcı, derin ve karmaşık, Alyoşa gibi inançlı karakterlerini ise çok daha yüzeysel ve neredeyse sembolik kurmasından da anlaşılabilir.