Bu tablonun da açıkça gösterdiği üzere, Kur'an'ı anlamak, ilk doğrudan muhatablar dönemindeki gibi dolayımsız olmaktan çıkmış, metre yaklaşmak, ancak asırlar içerisinde biriken curufatin ayıklanmasıyla mümkün olabilecek bir hâle gelmişti. Dolaylı muhatablar söz'le, müşterek bir “şimdi' içerisinde karşılaşmadıklarından, ister istemez söz'ün delâletini, söz'ün kendi bağlamında ararnak zorundaydılar; ne ki kocaman bir tarih vardı metin'le kendi aralannda. Söz'ü doğrudan işitmemişler, ona doğrudan muhatab olmamışlardı. Bilakis söz'ü koca ciltlerin sayfaları içerisine sıkışmış ve üstelik etrafını bir 'yorumlar hâlesi' sarmış bir durumda buldular. İşin garip tarafı, bu koca ciltlere iyi bir eğitim almadıkça, temel alet ilimleriyle mücehhez olmadıkça yaklaşmaları da mümkün değildi. Dil ilimlerinde maharet kesbetmeden Ebu Ubeyde, Ferra, Zemâhşerî, Ebu Hayyan, Kadı Beydavî gibi âlimlerin tefsirlerini, kelâm ve felsefe okumadan Fahr’ur-Razî'nin tefsirini, hadis ve fikih tahsil etmeden Begavî'nin, İbn Kesîr'in, Kurtubî'nin, Cessâs'ın, Ebu Bekir İbn’ul-Arabî'nin tefsirlerini okuyamaz, okusalar bile kavrayamazlardı. Metin'le dolaylı muhatablar arasındaki mesafenin iyice açılması ve böylelikle halkın metnin dil ve üslubunu kolaylıkla kavrayamayacakları bir konumda yer alması, ister istemez, metnin dilini "herkesin anlayabileceği bir dil", metnin ele aldığı bazı meseleleri ise, “herkesin anlayabileceği türden meseleler” olmaktan çıkarmış, metnin dili ve bu dilde ifade edilen bazı meseleler, kaçınılmaz bir surette köklü sa'y u gayretlerin sonucunda kavranabilecek bir mahiyete bürünmüşlerdi.