Bazen silmektir, güneşi gündüzden,
Bazen çalmak gerekir yıldızı geceden,
Gitar eşliğinde bir gecede sarhoş olmak,
Sigarayı çekip ciğerine yavaş yavaş ölmektir,
Oysa sabahı bulmak.......
Yeri, yurdu sadece kışları belli olan ve çok uzaklardan kaçıp sahil kasabası olan İnebolu’ya sığınan gündelik çalışan bir ırgatın hikâyesidir; Marazın Kahvesi.
Öyle ki; 1910 yıllarıdır. Hasan Emmi ırgatlık yaptığı tarladan bir akşam barakasına geldiğinde tüm çadırların, sığındıkları yerin köylüler tarafından yakıldığını gördüğünde karısı ve yeni doğan kızı Zeynep aklına gelir.
O yangın onu İnebolu’ya kadar kaçışının öyküsünü ateşlemiştir. Bu kasaba ona yeni bir yurt mu olacaktı? Yoksa altı aylık yangından tek kurtarabildiği bebesi hala kundakta iken, yeni acılara mı katlanacaktı?
Rum Yorgi’den, Esnaf Hasan’a, Tahta bacak Aziz’e, Hüseyin Amca ve Muzaffer’e kadar gelen bu kahvenin işletmecisi olanlardan, Bacacının bağlama eşliğinde çok sessiz türkülerinin sözünü anlatır bu hikâye…
Marazın Kahvesi; İnebolu’nun kavgalarını, aşklarını, bıldırcın avlarını, hatta kayıkların getirdiği hasretlikleri, kavuşamayanları, ölüm ve acılar, Rum çetelerinden korunmak için güvenlik nöbetlerinin tutulduğu, hala nesli devam eden evliliklerin tanışma noktası olarak Karaca Mahallesinin o yamacında bu hikâyelerin anısında ayakta durmaya çalışıyor.
Şimdi tarihin en derin kuytularına inerek, daha kundakta iken acıyla tanışan Zeynep’in hikâyesine tanık olacaksınız.
“More, buranın acı kahvesi ta Yemen’den gelir. Kırk yıl yoktur, fincanda bitene kadardır hatırı”
Kuru toprağın üstünde tarlada bulgur aşının yanına kesilen bir baş soğan gibidir yaşamak.
Gözlerini yaşartır. İçini acıtır ama yine de karnın açtır. Yemen lazım.