“Bir siyasal iktidann meşruiyet derecesi, ona yönelmiş olan rızanın gücüne ve kabul derecesine bağlıdır. Siyaset ile despotizmin farkını belirleyen temel ölçü de budur.”
Sorun İslam'ın radikalleşmesi değil; radikalliğin (yaratılan hıncın, kinin) İslamlaşmasıdır: Íslami meşruiyet kazanmasıdır. Yani kendini İslam ile meşrulaştırmasıdır. Bugün dünyanın bir "terör" sorunu varsa: Orta Doğu'nun/İslam'ın da bir ırkçı terörist israil ve saldırgan-sömürgen, "sarışın canavar (Nietzsche)" Bati sorunu vardır. Müslümanların da çoğunluğu etnik köken itibari ile Arap ve Kuzey Afrikalı "işkenceci canavar" sorunu vardır. Boko-Haram'ın son yedi yılda öldürdüğü insan sayısı on yedi bindir.
Spoiler uyarısı!
Aristo insanı betimlerken “İnsan sosyal bir hayvandır” der. Gerçekten de insan yaratılan her canlıdan daha sosyaldir. Her duruma, olaya, kişiye veya gruba adapte olabilir. İnsanların bu yüksek adaptasyon yeteneği ilk başlarda küçük grupları, bu küçük gruplarda birleşerek büyük grupları ve nihayetinde ise devleti oluşturmuştur.
İmparatorlukların ortak bir kültürü yaymak için çaba göstermesinin ikinci ve en az o kadar önemli bir sebebi de meşruiyet kazanmaktı.
...Çoğu imparatorluk seçkini imparatorluktaki tüm insanların genel mutluluğu için çalıştıklarına yürekten inanıyordu. Çin'deki yönetici sınıf ülkenin komşularını ve bunların yabancı tebaalarını, imparatorluk kültürünün götürülmesi gereken zavallı barbarlar olarak görüyordu. Cennetin yetkileri imparatora tüm dünyayı sömürmesi için değil, insanlığı eğitmesi için bahşedilmişti. Romalılar da kendi hükümranlıklarına barbarlara barış, adalet ve refah götürme misyonlarıyla haklılık kazandırıyorlardı.
...Halifeler de peygamberin vahiylerini mümkünse barışçıl, gerekirse de kılıç zoruyla yaymak için ilahi bir yetkiyle donanmışlardı. İspanyol ve Portekiz imparatorlukları da Doğu Asya ve Amerika'da peşinden koştukları şeyin zenginlik değil, insanları doğru inanca döndürmek olduğunu öne sürdüler.
...Bugün çoğu Amerikalı, Üçüncü Dünya ülkelerine cruise füzeleri ve F-16'larla bile olsa demokrasi ve insan hakları kazanımlarının götürülmesi gerektiğini düşünüyor.
Schmitt'in görüşlerini genel olarak beğenemesem de, Weimar Cumhuriyeti'nin Anayasasına ilişkin eleştirileri oldukça değerli sistemin açıklarını görmek açısından. Hukuksal liberalizmin açıklarını sınamış oluyor aslında bir nevi.
Kemalizmin bir diğer zaafı dine rakip olabilecek ideolojilerin ortaya çıkmasına müsaade etmemiş olmasıdır.
Bu da Cumhuriyetin iktisadi kuvvetlere meşruiyet sağlamada, önceleri üzerinde durduğumuz tereddütten ileri gelmiştir. Hususi teşebbüs ideolojisi kendi başına gelseydi çok önemli fonksiyonları görmüş olacağı için, aile ilişkilerine zorunlu olarak sızacağından dinin eskiden gördüğü fonksiyonların yerini alabilir ve toplumun hiç olmazsa bir katında oturmuş bir ideoloji haline gelebilirdi.
Gerek sınıf hareketi gerekse Kürt mücadelesi, toplumsal dinamizmi tamamen felç eden "zor" yöntemleriyle bastırılmaya çalışılmıştı. Özellikle Özal'ın toplumsal kutuplaşmaları kışkırtmaya dönük karşı-devrimci ideolojik kuşatma siyaseti, toplumsal gerilimi çok tırmandırmıştı. Bu koşullarda temsil yeteneğinden yoksun kalan siyasal iktidarların bir meşruiyet krizine sürüklenmesi kaçınılmazdı, nitekim öyle de oldu.
Sonuç olarak ne askeri müdahale yöntemi ne de düşük yoğunluklu çatışma stratejileri, Türkiye kapitalizminin sorunlarını çözüp, krizi sonlandırabildi. Buna karşılık toplumsal maliyeti son derece yüksek oldu. Ekonomik politikalar toplumu yoksullaştırırken, siyasal ve ideolojik politikalar da siyasetin istikrarsızlık katsayısını çok yükseltti. Özellikle bağımlı sınıflar çok büyük bir diyet ödedi. Burjuva sınıfı da, özellikle uzun dönemli politik çıkarları açısından, kazandığından daha fazlasını kaybetti.
Türkiye ekonomisi, "kor ateş üzerinde dans eden kanadı kırık bir kuş" gibi ne uçabiliyordu, ne de ateş sönüyordu. Egemen sınıflar cephesinden kimse "elini ateşe sokmak" istemediğinden, yangını söndürmek için "kuşu" feda etmekten ya da ateşin üzerine kalın bir örtü örtmekten başka çare kalmamış gözüküyordu. Buna rağmen ateş kolay kolay sönecek gibi değildi. Çünkü savaş ekonomisi, yalnızca bütçe dengelerini değil, aynı zamanda toplumsal dengeleri de sarsmayı sürdürüyordu. Örneğin kendine özgü siyasallaşma dinamikleriyle yükselen Kürt mücadelesi. soruna "zor" dışı seçenekler üretemeyen düzen güçlerini ciddi bir "meşruiyet" bunalımına sürüklüyordu. Benzer biçimde 12 Eylül rejiminin bir karşıdevrim silahı olarak kullandığı din sömürüsünün namlusu da, giderek rejimin kendisine yöneliyordu. "Düşük yoğunluklu savaş" koşullarından ve uluslararası konjonktürden aldığı cesaretle siyasallaşan dinci gericilik, artık rejimden bağımsızlaşma yönünde ilerliyordu.