"Dünyadan bir şeyler beklemeyi bırakır bırakmaz, dünya da kendini size verir, bırakır, teslim olur. Hiçbir şey beklemez olduğunuzda, mevcudiyet için bir takviye, karşılıksız bir lütuf olarak sunulur her şey."
Yahudilere Filistin’de “ulusal bir yurt” vaad eden 1917 Balfour Deklarasyon’nda, sömürgeci güçlerin hepsi için geçerli o eski “böl ve yönet” ilkesini pervasızca yürürlüğe koymayı amaçlayan politik bir manevranın kaba yansımasını görüyordum. Bu ilke, tıpkı 1916’da İngilizlerin, zamanın Mekke Emiri Şerif Hüseyin’e, Türklere karşı destek sağlamasına karşılık olarak, Akdeniz’le Fars Körfezi arasında kalan topraklar üzerinde bağımsız bir Arap devleti vaad etmelerinde olduğu gibi, Filistin meselesinde de çirkin bir biçimde apaçık ortadaydı. İngilizler, sadece bir yol sonra, Fransızlarla, Suriye ve Lübnan üzerinde bir Fransız dominyonu oluşturmak üzere, gizli Sykes-Picot Antlaşması’nı yaparak bu sözlerinden dönmekle kalmamışlar, dolaylı olarak, Filistin’i de, Araplara karşı kabul ettikleri yükümlülüklerin dışında tutmaktan çekinmemişlerdi.