Dünyanın en eski medeniyetlerine beşik olan Türk topraklarında genellikle toplum hayatı, bir ilkçağ ilkeliği içindeydi. Türk milleti perişanlığın, fakirliğin, çaresizliğin en ilkel düzeylerinde yaşıyordu. Halk cahildi, bakımsızdı, sefildi. Memleket yolsuz, işsiz, asayişsiz bir düzensizlik içinde bunalıyordu. Sonu gelmez savaşlar, milletin genç kudretini eritmiş, bitirmişti. Hem de bu savaşlar, İstiklal Savaşında olduğu gibi millet için, millet yararına da yapılmamıştı. Yüzyıllarca Anadolu ve Rumeli halkı, bizden olmayan, bizim olmayan yabancı ve uzak ülkelerde boş yere eritilmiş, gitmişti. Tarım en ilkel bir sürünüş gibiydi. Sanayi yoktu. Sonra memlekette derebeylik, âyan, eşraf, mütegallibe nizamı alabildiğine köklüydü. Şeyhlik, müritlik, hacılık, hocalık, afsunculuk yaygındı. Tekkeler, zaviyeler çöküntü halinde, fakat ayaktaydı. Dağları eşkıya sarmıştı. Hulâsa o günlerde yeni Türkiye, sosyal ve ekonomik yapısı bakımından eski, kağşamış bir kalıntıdan ibaretti. Bu kalıntının temizlenmesi, topyekûn değişmesi ve çağın isteklerine, çağın akımlarına göre yeniden düzenlenmesi lazımdı. Bu bel vermiş yapının ve ilkel hayatın yeni bir düzene yönelişi için, Gazi Mustafa Kemal'in şahsiyetinden başka bir ümit yoktu.